Fikir ölür, siyaset yaşar mı? [Türk Sağı’nın hikâyesi-8]

YORUM | KEMAL AY

27 Mayıs darbesinin ardından açılan Kurucu Meclis ve bununla birlikte hazırlanan 1961 Anayasa’sı, yapılış biçiminin aksine, hayli demokratik bir çerçeve sunuyordu. 1950’lerde çok partili hayata geçiş pratikte uygulanmıştı ancak bunun hukukî çerçevesi doğru düzgün çizilememişti. 1961 anayasası, her şeyden evvel ‘kuvvetler ayrılığı’ fikrini benimsiyordu. Anayasa Mahkemesi kuruldu, yargıç teminatı getirildi, Danıştay yürütmenin kararlarını denetleyici bir merci olarak belirlendi. Meclis ikiye bölündü ve bir senato inşa edildi.

Bütün bunlar, 1950’lerde Avrupa’da ve ABD’de tartışılan ‘demokrasi’ kuramlarının gerekleriydi aslına bakarsanız. ‘Hukukun üstünlüğü’ prensibi yükselen trenddi. Türkiye Cumhuriyeti de, Milli Birlik Komitesi’nin (MBK), yani aslında bir askerî cuntanın zoruyla bu trende ayak uyduruyordu. (‘Darbeyi bizzat ABD destekledi’ tezinin bir diğer dayanağı da budur.) Ancak ne yalan söyleyeyim, bu demokrasi açısından iyi bir gelişmeydi. Rivayet odur ki, ABD’nin en ünlü siyaset bilimcilerinden Samuel Huntington’a Demokrat Parti örneği gösterilerek, Türkiye’nin 1950’lerde demokrasiyi uygulayıp uygulamadığı sorulur. Huntington da, DP’nin yine seçimle iktidarı bırakması durumunda buna ikna olacağını söyler.

TÜRK DEMOKRATİKLEŞMESİNİN TEMEL ÇELİŞKİSİ

Gelgelelim, 27 Mayıs’la birlikte gelen ‘kurucu irade’ tuhaf bir güç. Bir sınırı, çerçevesi, ilkesel bir yönü yok. Milli Birlik Komitesi üyeleri, kendilerini senatonun ‘doğal üyesi’ yaptıkları için, ölene kadar hiçbir seçime katılmadan orada koltuk sahibi olacaklardı mesela. Dönemine göre ülkenin en iyi hukukçuları yazacaktı bu anayasayı fakat buna onları ‘zorlayan’ da askerin fiiliyattaki gücüydü. Bu çelişki, Türkiye’deki demokratikleşme tartışmalarını zehirleyen şeydir. 27 Mayıs’ı bir ‘özgürlük bayramı’ olarak görenler, 1961 Anayasa’sını göstererek övünmekteler. Fakat Adnan Menderes’in idamını onaylamış bir kurulun nasıl özgürlükçü ve demokrat olacağı da tartışmalıdır. (Ali Fuat Başgil’in 1961’de cumhurbaşkanlığı adaylığından biraz da ‘tehditle’ uzaklaştırılması, rejimin niteliği hakkında bir ipucu vermekteydi.)

2000’li yıllarda liberal-demokrat kalemlerin AKP’yi desteklemelerinin altında da biraz bu çelişki vardı. Yani bu çelişkinin ‘kaderimiz olduğu’ inancı. AKP demokrat değildi fakat attığı adımlar demokratikti. Etyen Mahçupyan defalarca AKP’nin ‘ataerkil’ ve ‘otoriter eğilimli’ bir tabana ve kadroya sahip olduğunu yazdı. (Şerif Mardin’in korkusu da, bu kadronun ve tabanın sonunda demokrasiyi değil ‘baskıyı’ getireceğiydi.) Fakat işte ‘demokratikleşme’ daha büyük resme bakmayı gerektiriyordu ona göre. Buna çok benzer bir yaklaşımı 27 Mayıs için de bulmak mümkün. Evet, belki darbe kötü bir şey fakat neticesi itibariyle özgürlükler genişlemiş, modern bir anayasa yapılmış ve ‘insan hakları’, ‘işçi hakları’, ‘sendika ve grev’, ‘sosyal devlet’ gibi kavramlar bu anayasaya girmiş.

SAĞ POLİTİKACILARIN ANAYASAYLA İMTİHANI

Elbette bunlar pek tartışılmadı sağ cenahta. Çünkü Demokrat Parti döneminin ‘gözde bürokratı’ Süleyman Demirel önderliğindeki Adalet Partisi, 1960’lara damga vuracak ve tıpkı Adnan Menderes gibi sivrilecekti. Fakat Demirel’in hareket alanı Menderes’e göre daha dardı, herhangi bir yürütme kararı için Anayasa Mahkemesi’ni, Danıştay’ı, tarafsız (partisiz) Cumhurbaşkanını, Cumhuriyet Senato’sunu aşması gerekliydi. Türk sağının ‘anayasal çerçeve’ ile ilk kavgası böylece başlıyordu. Bahanesi de hazırdı: Anayasa fazla özgürlük sağlıyor, anarşiye ve komünizme imkân veriyordu. Kenan Evren 1980’deki darbeden sonra 1961 Anayasası için ‘bize bol geldi, içinde oynamaya başladık’ diyecekti.

Aslında olan kabaca şuydu: 1960’larda bütün dünyada özgürlük hareketleri yayılıyordu. Soğuk Savaş’ın da etkisiyle komünizm ve sosyalizm cazip hâle gelmişti. Bu arada küreselleşme, iletişim teknolojileri ve benzeri etkenlerle bilhassa gençler arasında (üniversite öğrencileri) yeni trendler baş göstermişti. Fakat devletler buna hazırlıklı değildi. Birçok yerde ‘polis devleti’ tabiri bu dönemdeki protestolara karşı koyma biçimi sebebiyle ortaya çıktı. Sadece Türkiye’de değil ABD ve Fransa gibi ülkelerde de öğrenci hareketleri ivme kazanmıştı. Silahlı sol gruplar terör estiriyordu. Bunun yanı sıra ABD’de siyahların özgürlük mücadelesi vardı. Türkiye’de ise Mahir Çayan, Deniz Gezmiş gibi solcu gençler ‘şiddete meyyal’ fikriyatı kendilerine yakın buluyorlardı. Devlet, bu hareketlerin ‘başının ezilmesi’ gerektiği düşüncesindeydi. (Sadece sağcıların değil merkez siyasetin genel olarak Deniz Gezmiş’in idamındaki tavrı, Türkiye açısından utanç vericidir.)

SOĞUK SAVAŞ’IN İKİ TARAFI

Bu dönemde ‘sokak’ ön plandaydı. Ancak bununla birlikte bugünkü siyasî yelpazenin renkleri de oluşmaktaydı. Türkiye İşçi Partisi’nin beklenmedik başarısı ve Kürt meselesinin ilk kez Meclis’e taşınması devrin önemli olaylarındandı. Kürtler ve Aleviler kimlik problemleriyle birlikte ‘solda’ yer aldı. Sağcılık, daha ziyade önceleri solcuların elinde olan Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ve Komünizmle Mücadele Derneği etrafında örgütlenecekti. Üniversitelerde ‘karşıt görüşlü’ öğrencilerin varlığı hissedilmeye başlandı. Bu dönemin ruhunu yansıtan olaylardan birisi ABD’nin Altıncı Filo’sunun İstanbul’da ‘misafir edildiği’ dönemde başlayan Altıncı Filo’yu protesto eylemleriydi. Solcu gençler çeşitli protestolar ortaya koyarken, ‘Kanlı Pazar’ (1969) olarak anılan olayda, protesto edenlere karşı saldırı gerçekleşir. 1970’lere sıçrayacak bu sağ-sol çatışmasının ana ekseni de genelde burasıdır: Soğuk Savaş’ın iki tarafı.

SAĞCI GENÇLER VE SOLCU GENÇLER

Türk sağının bu döneminde milliyetçilik ve antikomünizm dinamiğinin ön plana çıktığını görmek mümkün. Bu dinamik devlet tarafından da desteklenmiş görünüyor zira komünizm, anarşi, devrim gibi kelimeler ‘ürkütücü’. Türkiye’deki sol cereyanların çok da Batı standartlarında olduğunu söylemek mümkün değil fakat ortada çok geniş spektrumlu bir çeşni var: Maoculuk, Sovyet sosyalizmi, Avrupa sosyalizmi, Cezayir sosyalizmi, Baas sosyalizmi gibi örnekleri bulmak mümkün. Daha sonra solcuların itiraf edeceği gibi bu dönemki tartışmalar ‘pratik’ odaklı ve teorik seviyesi düşük. Üstelik Marksist yazarların kitaplarının hatalı çevirilerinin yapıldığı da konuşulan konular arasında. Ama ciddi anlamda okuyan bir gençlik var. Nitekim bu nesil, bugünkü Türkiye’de çok önemli yerlere gelecektir.

Sağda ise ciddi bir teorik boşluk var o dönem: Dünyada trend solculardan yana olduğu için ‘sağcı’ yazar, kuramcı bulmak zor. Çare eski kitaplara dönmek. Tercüman Gazetesi’nin Anadolu’daki pek çok eve giren 1001 Temel Eser serisi bunun en güzel örneklerinden biri. Burada verilen kitapların isimlerine bakmak bile Türk sağının o dönem üzerinde durduğu konuları anlamak için yeterli. Ağırlıklı olarak Osmanlı’nın yükselişini, muzaffer dönemlerini ele alan kitapların yanı sıra İslam tarihi, tasavvuf edebiyatı, divan şiiri gibi konular da ‘kanona’ dâhil edilmiş. Batı’dan ‘uygun görülen’ çeviriler yapılmış. Türklük ve İslamlık meselesinin özellikle vurgulanması, Türk sağının da sınırlarını o dönemde çiziyor bir bakıma. Ancak burada ciddi bir ‘menkıbe tarihçiliği’ eleştirisi yapmak gerekiyor. Kaynaklarla desteklenmeyen, çoğu zaman duyumlara dayalı bu ‘menkıbe tarihçiliği’, Türk sağının gerçek algısını da bozmuş durumda. Zira Tercüman’ın bu eserlerinin ilgi görmesi, daha sonra sağcı gazetelerin tamamında bu türlü ‘eserler’ telif edilmesine sebep oluyor. 1001 Temel Eser’le birlikte verilen Osmanlıca’dan çeviri tarihî vesikaların ne kadar ‘anlaşılır kılındığı’ da tartışma konusu.

SAĞ İÇİNDE BÖLÜNMELER

Elbette farklılıklar da var. Milliyetçiler arasında ‘daha muhafazakâr’ olanlar ile ‘daha seküler’ olanlar arasında ayrışmalar yaşanıyor. İslamcılık meselesi, Türk sağının merkezinde değil o dönem. Bilakis, İslamcılar ‘Araplaşma’ ile malul görülüyor. Kürtlerin ve Alevilerin, hatta gayrimüslimlerin ‘sol’ ideolojiye yakınlaşmaları, ‘sağı’ Türk-Sünni çizgide tutuyor. Türk-İslam ideolojisinin mimarlarından gösterilen Seyyit Ahmet Arvasî’nin ‘Biz Türkler Alevimeşrep Sünnileriz’ lafının aksine, 1960’ların ve 70’lerin kutuplaşmacı ikliminde Türk-Kürt, Alevi-Sünni ve laik-dindar yarılmalarının tohumları atılıyor. Türk sağı bu dönemde ABD’nin başlattığı antikomünizm dalgasına tutunsa da, milliyetçilikten gelen bir içgüdüyle anti-emperyalizm ve anti-Batıcılık gibi fikirlere de açık. Bunda, Türkeş’in ve sağ ideologların hâlen Nasyonal Sosyalizm (Nazizm) etkisinde olmasının payı var. 1930’lardaki Tek Parti rejiminin ‘sağa sempatik gelecek’ uygulamaları (‘Vatandaş Türkçe Konuş’ kampanyası sözgelimi) ile 1960’ların ve 70’lerin devletinin icraatlarında örtüşmeler de bu dönemde görülebilir. Bu da Türk sağını ister istemez ‘devletçi’ bir çizgiye hapsediyor o dönem.

ERBAKAN’LA ECEVİT NİYE KOALİSYON KURDU?

1971’deki 12 Mart muhtırası, 1961 Anayasası’na karşı müdahalenin ilk sinyali olarak görülebilir. Sokak kavgaları, siyasî cinayetler ve kargaşa ortamı, özgürlüklerin yok edilmesinin her zaman olduğu gibi bahaneleri. Ancak siyasî yelpazenin giderek genişlemeye başladığını, mevcut siyasî geleneğin yeterli olmadığını da görmek mümkün aynı dönemde. 1970’lere geçerken Türk sağı Demirel’in merkezi, Türkeş’in ülkücülüğü ve Erbakan’ın siyasal İslam’ı şeklinde bölünüyor. Siyaset, bürokrasiyle sürekli bir mücadele biçiminde ilerlediği için, ‘kadrolaşma’ daha o zamanlardan gündemde. 27 Mayıs’tan sonra kurulan Devlet Planlama Teşkilatı, parlak siyasetçiler yetiştiriyor. Kalkınmacılık sağın olmazsa olmazı olarak öne çıkarken, sürpriz bir gelişme yaşanıyor 1974’te ‘anti-emperyalizm’ çatısı altında bir araya gelen Bülent Ecevit (CHP) ve Necmettin Erbakan (MSP) koalisyon hükümeti kuruyor ve Kıbrıs Barış Harekâtı’nı gerçekleştiriyor.

FİKİR YOK, MÜCADELE VAR

Türk sağının artık ideologlar ya da yazarlarla değil de bizatihi siyasetçilerle ‘temsil edildiği’ bir dönemdir 1960 sonrası. Kültür ve sanatta, medyada, eğitimde, sol-liberal çevrenin etkinliği hissedilirken, sağ siyasetçiler ‘seçim kazanma başarıları’ ile ön plana çıkacaktır. Bunu da elbette Demokrat Parti ile başlayıp Demirel’in AP’si ile devam eden 30 yıllık iktidar süreçlerine borçluyuz. Ancak yukarıda bahsettiğim gibi ‘devlet aygıtını’ idare eden bürokratik merkez, sağ siyasetin ‘devleti önceleyen’ ve ‘milliyetçi’ dokularını hep taşıdığı için, 12 Eylül 1980 darbesi yargılamalarında MHP’li Agah Oktay Güner, ‘Biz hapisteyiz ama fikirlerimiz iktidarda’ diyecektir.

Türk sağının sonraki dönemdeki temel açmazı da budur: Siyasette zaten ‘sağ değerler’ ön plandadır. Toplum ‘sağcılığa’ meyyaldir. Türk milliyetçiliği ve belli oranda bir muhafazakârlık zaten Türk devletinin (bütün bürokratik aygıtlarıyla) ‘doğal durumudur’. Sivil toplumda ise ‘sol, liberal’ fikirler prim yapar. Sekülerliğin asıl hissedildiği yer burasıdır. Bu durumda Türk sağının yine kimlik bunalımı yaşaması kaçınılmazdır.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin