Ferman Düzeni’ne Giriş 101..

Yorum | Bülent Keneş

Sakıt rejimin hüküm ferma olduğu dönemlerde tüm anti-demokratik uygulamalara, işkencelere, höt sötçü o kötücül devlet eliyle işlenmiş faili meçhullere ve sistematik şekilde ihlal edilen en temel insan haklarına sürekli mazeret olarak söylenen “Türkiye’nin özel koşulları” lafına ifrit olurdum.

Devlet eliyle irat edilen tüm kepazelikler, İsveç, Norveç, İzlanda gibi bir barış ve huzur bölgesinde bulunmadığını imayla, Türkiye’nin ehemmiyeti kendinden menkul işte bu özel koşullarına atfedilirdi. Bir avuç demokratın, canhıraş çabalarına rağmen, demokratik hukuk devletleri hizasına bir türlü getiremediği bu arkaik düzen, zaten uzun zamandır hükmünü fiilen (de facto) yitirmişti. Erdoğan diktatörlüğüne kuluçkalık yapan bu çarpık düzen, 9 Temmuz 2018 tarihi itibariyle resmen (de jure) de tarihe gömüldü.

[İŞTE ERDOĞAN’IN YENİ KABİNESİ]

Demokratik idealleri ve temel insan hakları prensiplerini bir kenara koyup, “kör ölür badem gözlü olur” nazarıyla merhum rejimin arkasından gözyaşı dökmek, ağıtlar dizmek de mümkün. Ama ben öyle yapmayacağım. Neticede yerine gelenin çok daha berbat bir şey olması, gidenin çok da matah bir şey olmadığını, hatta demokratik kemalattan fersah fersah uzak olduğu gerçeğini görmemize engel değil. Şayet aksi olsaydı, 16 yıl içerisinde türedi bir partinin başındaki harami bir şarlatanın elinde ıkına sıkına izlediği demokratik hukuk devleti rotasından tümden çıkıp tipik bir İslamofaşist dikta rejimine dönüşmezdi.

EMANET EDİLEN DEMOKRASİ ARSASINA DİKTATÖRLÜK DİKTİ

Gerçek demokratik hukuk düzenlerinin aynı siyasi parti veya aynı lider yönetimi altında değil 16 yıl, 60 yıl kaldığı halde demokratik hukuk devleti vasıflarını nasıl koruduğunu İsveç örneğinde görebiliriz. İşçi hareketinin lokomotifliğinde, üstelik dünyanın komünizm, Nazism ve faşizmle sarsıldığı dönemlerde, Tage Erlander ve Olof Palme gibi ikonik isimlerin liderliğinde iktidar olan (bugün de iktidardalar) Sosyal Demokrat Parti’nin, devraldığı İsveç demokrasisini geliştirerek devretmesi elbette ki dünyada ne bir ilk, ne de tek.

Yozlaşmamış demokratların 16 yıl değil, 100 yıl bile iktidar olmalarından ötürü demokratik hukuk devletleri niteliklerinden bir şey kaybetmiyor. Çünkü, ancak demokrasiyi “uygun bir istasyonda inilecek tramvay” gibi gören ahlak yoksunu şarlatanlar, sayesinde iktidara geldikleri demokrasinin köküne kibrit suyu dökmeyi bir maharet bilip, temel özgürlükler, hak ve hukuk adına ne varsa yerle yeksan ederek yerine yoz bir dikta rejimi kurmayı ideal edinebiliyor. Ne yazık ki, Türkiye bu acınası durumun artık çok hazin bir örneğini oluşturuyor.

Dün bu yazıyı kaleme aldığım saatlerde Erdoğan, ne Meclis’teki yemin törenini ne de görgüsüzlük abidesi o 1,150 odalı kaçak sarayında göreve başlama törenini gerçekleştirmişti. Ama görünen köyün kılavuz istemeyeceği noktayı geçeli çok oluyor. Tarih, 9 Temmuz’u 2014’ten beri fiilen yürürlükteki “Türk Tipi Başkanlık” rejiminin resmen start aldığı, yani yeni bir diktatörlüğün resmen doğduğu bir gün olarak kayıtlara geçirecek. Gelecek nesiller ise, iyi kötü 150 yıllık bir demokratikleşme tecrübesi olan 80 milyonluk bir ülkenin nasıl olup da korkunç bir akıl tutulmasıyla bir siyaset şarlatanının, bir ahlak kalpazanının, bir insanlık hokkabazının peşine takılarak dehşet verici bir dikta rejiminin inşasına destek olduklarını ibretle okuyacak.

BİR ÜLKENİN BAŞINA GELEBİLECEK EN KÖTÜ ŞEY CHP GİBİ BİR MUHALEFET

Yarın dönüp bugünlere bakacak olanlar Erdoğan’ın, planlı bir şekilde İslamofaşist dikta rejimini adım adım inşa ederken, bu sürece kah doğrudan, kah abuk subuk muhalefet yöntemleriyle dolaylı destek olan CHP’nin rolünü de ihmal etmeyecek. CHP örneği üzerinden, bir ülkenin başına gelebilecek en berbat şeyin sahih muhalefet eksikliği olduğunu bil’hakkın görecekler. Siyaseten başarı kalibresini, Erdoğan diktatörlük yemini ederken ayağa kalkmamaya kadar düşüren CHP’nin bu saatten sonra 7/24 amuda bile kalksa muhalefetinin hiçbir anlamının kalmadığını, mala davara bir faydasının olmayacağını bugün yaşayanlardan daha iyi anlayabilecekler.

Öngörülebildiği kadarıyla Erdoğan’ın yeni dikta rejiminin karakteri hakkında bugüne kadar çok şeyler söylendi. Ama ne menem bir şey olduğu asıl bugünden sonra bilfiil yaşanarak anlaşılacak. Gerçi anlamak isteyene dünkü törene demokratik hukuk devletleri diyebileceğimiz ülkelerden hiçbirinin devlet ya da hükümet başkanlarının katılmamış olması bile çok şeyler anlatıyordu. Oysa yeni rejimin nasıl bir şey olduğunu anlamak için buna bile gerek yoktu aslında. Neticede, kendisini imha eden hükümetin yayınladığı 700 no’lu Kanun Hükmünde Kararname (KHK), artık her şeyin doğrudan Erdoğan’a bağlı olacağına dair sembolik ama esaslı bir başlangıç niteliğindeydi.

Öyle ki, mesela bu KHK’ya göre, Yalova Termal Kaplıcaları’nın idaresi konusunda bile tek yetkili Erdoğan olacak. Kaplıca bölgesinde inşaat için tahsis edilecek ya da yabancılara verilecek arsaların dağıtımı İcra Vekilleri Heyeti kararıyla değil, bundan böyle Erdoğan’ın kararıyla olacak. Bu duruma, kupon arazilere olan zaafı iyi bilinen Erdoğan, bu vesileyle ‘kendisine özel bir kupon arazi cennetini yaratmış oldu’ da diyebiliriz.

Askerlikte ihtiyaç fazlası yükümlülerin nasıl değerlendirileceğine de, özel güvenlik bölgelerinin ilanına da ilgili komutanlar ya da yetkililer değil, artık Erdoğan karar verecek. Köy korucularına ilişkin şartlar da Erdoğan’ın hazırlayacağı yönetmelikle değişecek, soyadı kanununu uygulayan yönetmelik de. İthal veya ihraç edilen ölçü ve ölçü aletlerinin muayenelerine ilişkin usul ve esaslar da Erdoğan’dan sorulacak, çeltik ekimine dair kanunun uygulanması da. Nedendir bilinmez ama, kimin ne zaman, nerede, kaç çocuk yapacağıyla yakından ilgilenen Erdoğan, uygun göreceği bir KHK ile bu konuya daha yakın ve detaylı alaka gösterirse sakın şaşırmayın…

ŞAYET TEYZEMİN BIYIKLARI OLSAYDI DAYIM OLURDU

Erdoğan’ın dün akşam, çoğunluk itibariyle kendisinkine benzer rejimlerden gelen, konuklarına verdiği yemekten sonra yeni kabinesini bir basın toplantısıyla kamuoyuna açıklaması ve ardından da ilk fermanını (KHK) yayınlaması bekleniyordu. O beğenmediğimiz Parlamenter sistemdekinin aksine Erdoğan’ın en has adamlarından oluşacak ve sadece kendisine karşı sorumlu olacak bu kabinenin Meclis’ten güvenoyu alması da gerekmiyor. Uzunca bir zamandır kendisini hem devlet, hem hükümet ve hatta millet olarak gören Erdoğan, düşük profilli Binali Yıldırım’la alıştırmasını yaptığı hem devletin hem de hükümetin başı olma konumuna resmen kavuşmuş oldu.

Meseleye “olmayana ergi” yöntemi ile yaklaşacak olursak, diğer demokratik başkanlık sistemleri gibi Erdoğan’ın kurguladığı bu düzende de güçler ayrılığı, denge ve fren mekanizmaları olsaydı, hukuk devletinin esamesi okunabilseydi şayet itiraz etmeyi gerektirecek bir durum da olmazdı belki. Ama başlayan yeni düzen öyle bir rejim değil, en tipik haliyle hukuksuz ve keyfi bir tek adam diktatörlüğü…

Tam bir ferman düzenine geçiş anlamına gelen bu dikta rejiminde Erdoğan, yardımcılarının ve kabine üyelerinin yanı sıra neredeyse tüm yargı üyeleri ile bürokratları tek başına atayacak. Bütçeyi hazırlama ve TBMM’ye gönderme yetkisi de kendisinde olacak. Durun bakalım, hemen öyle acul davranıp “Vay be, TBMM’de önemli bir yetki kalmış,” demeyin… Ona da çare düşünmüş: TBMM’nin Erdoğan tarafından hazırlanan bütçe tasarısını reddetmesi halinde bir önceki yılın bütçesi yürürlükte kalacak.

İki yıldır yürürlükteki Olağanüstü Hal (OHAL) rejimi altında çok canlar yakan KHK çıkarma yetkisi de artık sınırsız ve sorumsuz Erdoğan’ın doğal hakkı olacak. Anlayacağınız, Osmanlı padişahlarının bile kayda bağlı bir yetki olarak kullandığı ferman çıkarma uygulaması Sultan 1. Erdoğan devrinde en geniş anlamda ve kayıtsız, şartsız yürürlükte olacak.

Madem ülkeye tebelleş olan artık apaçık bir ferman düzenidir, öyleyse bu düzenin nasıl işlediğini tarihi örneklerine bakarak ufaktan temrin etmeye başlayabiliriz.  Osmanlılarda padişahın yazılı buyruğu anlamına gelen fermanın Sultan 1. Erdoğan’ın pratiğinde illaki yazılı olması gerekmeyeceğinin acı örneklerini de çok yakın bir gelecekte göreceğimizden şüpheniz olmasın. Ülke yönetmeyi millete tahakküm etmek sanan her diktatör gibi davranacak olan Erdoğan, çok iyi hatırlayacağınız gibi bu hevesini, “istediğini asmak, istediğini kesmek” veciz ifadesiyle dile getirmişti. Yadırgamaya hiç gerek yok. Erdoğan gibi müstesna bir Sultan’dan uzun uzadıya yazıyla uğraşarak zaman harcamasını beklemek bu saatten sonra apaçık haddini bilmezlik olur…

‘FERMAN ERDOĞAN’INSA DAĞLAR BİZİMDİR’ DEMEK BİLE ÇOK GÜÇ…

Ülkedeki dağların, bayırların çoğu TOKİ tarafından parsellendiği için ‘Ferman Erdoğanınsa dağlar bizimdir’ deme lüksümüz de kalmadığı için ferman düzeninin nasıl bir şey olduğunu öğrenmeye elimiz mahkum. Yazının geri kalan kısmını önemli bir kamu hizmetini yerine getirme şuuruyla “Ferman Düzeni’ne Giriş 101” dersi niyetine kaleme aldım. Arzu eden okuyabilir.

Sultan 1. Erdoğan’ın dün itibariyle resmen ilan ettiği eski adıyla sultanlık, yeni adıyla diktatörlük rejiminde, sultanın herhangi bir konuya ait resmi ve yazılı emri, iradesi, buyruğu demek olan fermanlar, Osmanlı devlet bürokrasisinde de yüzyıllar boyunca kullanılmış en önemli belgelerdendi.

Tıpkı Erdoğan’ın yapmakta olduğu ve yapacağı gibi Osmanlı padişahlarının herhangi bir konuya ait resmi ve yazılı emri, iradesi, buyruğu demek olan fermanlar, içerdiği meseleye göre Divan-ı Hümayun kalemlerinden birinde görevli katiplerce yazılır ve özeti sicil defterlerine kaydedildikten sonra “Nişancı” tarafından tuğralanıp, sahibine verilmek üzere gönderilirdi. Görüldüğü gibi sadece ferman yazımı bile bir sürü ekabiri gerektirdiğinden Sultan 1. Erdoğan’ın müthiş bir ileri görüşlülükle kaçak-göçek de olsa 1,150 odalı sarayını inşaada neden o kadar direttiğini şimdi daha iyi anlayabiliyoruz.

Yaygın olarak ferman bilinir ama, yakın gelecekte Sultan 1. Erdoğan’ın keyfince yayınlayacağı KHK’lerde de görüleceği gibi, sultan buyruklarının fermanın yanısıra berat, tevkii, hatt-ı hümayun, irade-i seniyye, sebeb-i tahrir hükmü, nâme-i hümâyûn, ahidnâme-i hümâyûn gibi formatları da mevcuttur. Durun hele, hemen heyecan şey etmeyin! Bu giriş dersimizde bu belgelerin nasıl bir şey olduklarını tek tek izah etmeye çalışacağız.

Ama daha önce Sultan 1. Erdoğan’dan hasıl olacak mübarek kelam ve emirlerin yazım kurallarını hatırlatmakta fayda var. Ferman, hattı-ı hümayun vb tarzdaki KHK’lerde şunlara dikkat edilmeli ki tadından yenmesin: Fermanda talimatı yerine getirmekle yükümlü kişi veya kişilerin resmi elkabı, unvanı ve ismi, fermanın gönderiliş sebebi, Sultan 1. Erdoğan’ın arzu ve emri, istenilen şeyin açıkça ifadesi, emrin yerine getirilmesinde muvaffakiyet hasıl olması hakkında dua, tarih ve en sonunda da yazıldığı yer mutlaka olmalı.

ŞÖYLE BİLESİZ… ALAMET-İ ŞERİFE İTİMAD KILASIZ….

Bunların yanı sıra tüm fermanlarda yine mutlaka Sultan 1. Erdoğan’ın emrinin ardından “şöyle bilesiz,” “alamet-i şerife itimad kılasız” şeklinde “te’kid” denilen ifade şekilleriyle Haşmetmeaplarının emrinin yerine getirilmemesi durumunda mümessillerin nasıl cezaya çarptırılacağına dair “tehdid” ifadeleri yer almalı. Madem yeniden saltanat ve ferman düzenine geçtik öyleyse her şey tam tamına ve yerli yerinde olmalı. Bütün kuralların hakkı verilmeli. Mesela tüm KHK’ler, yani fermanlar, özenle ‘Divani’ denilen hat türü ile yazılmalı. Tezhiplerle bezenerek söz konusu buyruğun Sultan 1. Erdoğan’a ait olduğu kilometrelerce öteden görüldüğünde bile şıpın işi anlaşılacak şekilde süslenmeli.

Yeni ferman düzenimizde, Sultan 1. Erdoğan tarafından bir vazife, hizmet ve memuriyete tayin, bir gelirden tahsis veya bir şeyin tasarruf hakkının verildiğini, bir şeyden muafiyeti gösteren ve üzerinde zat-ı şahanelerinin tuğrasını taşıyan belgeler de lazım tabii. Bütün yandaş ve yalakaların, edindikleri imtiyazlardan milletin ırzına tasallut ediyormuşçasına zevklenen harami yamyamların dört gözle beklediği türden kıymetli belgelere yeni sistemde de “beraat” demekte fayda var, ki kimse yabancılık çekmesin.

Ama sakın ola ki beraatleri, beraatlere çok benzeyen ’sebeb-i tahrir hükmü’ denen vesikalarla karıştırmayasınız. Evet doğru, bunlar da Sultan 1. Erdoğan’ın o mübarek tuğrasını taşımaya taşıyacaklar, ama, bildiğiniz üzere zat-ı alilerinin hiç tenezzül etmediği(!) o kerih akçeli işlere has olarak temessük/senet yerine geçen vesikalardan ibaret olacaklardır.

Şöyle bir güzel gerinerek, ıkınarak, sıkınarak çıkarıp, yellenerek rahatladığı gaz-ı hümayunları bile bundan kelli mübarek addedilecek Sultan 1. Erdoğan’ın memalikinin bir mahalinde inşa edilecek bir yüz numara için veya zat-ı şahaneleri için daha bir ehemmiyet ve evveliyet ifade eden yeni evli çiftlerin hangi geceleri kaç çocuk için ne kadar uğraşacakları gibi önemli meseleler hakkında kendi el yazısıyla emirler yazması da gerekecektir mutlaka. İşte hatt-ı hümâyûn, Sultan 1. Erdoğan’ın da kullarından esirgemeyeceği o mübarek emirnamelerin de adı olacak.

DİPLOMASİDE ‘NON-DIPLOMATIC CORRESPONDENCE’ TARZINA GEÇİŞ ŞART

Diplomasının sahte olmasına takılmayın siz. Bileğinin hakkıyla dünyanın en çetrefil konularını bile en iyi bilen insan konumuna eriştiği için artık, her konunun kendisine sorulması ve her konuda ali fikirlerine müracaat edilmesi şart olan Sultan 1. Erdoğan’ın, her konuda serd edeceği görüşlerini yazılı olarak şey etmesine de, tıpkı eskiden olduğu gibi, irade-i seniyye demeliyiz. Aman ha siz siz olun Haşmetmeaplarına öyle ulu orta soru şey etmeye de sakın ola ki kalkmayın! Çok zor değil, havuz medyasının kiralık lejyonerlerini kendinize azıcık örnek alsanız kafi. Sonra tabii lütfedip cevaplamasını arzu ettiğimiz meselelerinizi zat-ı şahanelerine “arz tezkiresi” ve “telhis” formatında arzetmeyi unutmamalısınız.

Sultan 1. Erdoğan dün de çok kıymetliydi kıymetli olmasına ama artık çok daha kıymetli, değerli ve üstün. Yedi cihanda eşi menendi olmayan bir Hint kumaşı gibi adeta. Dolayısıyla özellikle kendisinin asla muadili olamayacak ecnebi devlet başkanlarıyla ve hatta Müslüman liderlerle yazışmaları da özel bir itinayı gerektirecek artık. Şanlı ecdadımız zaten bunun da yöntemini bulmuş. “Nâme-i hümâyûn” adı verilen bir çeşit ‘non-diplomatic correspondence’ sitilini alıp, ata ata adam bırakılmayan Dışişleri’ndeki kalbur altı partizan pejmurdeler aracılığıyla tepe tepe kullanmak lazım.

Zat-ı şahaneleri Sultan 1. Erdoğan’ın beynelmilel meselelerde asla muadili olamayacak muhatapları ile altına imza şey edeceği muâhedeleri, tasdiknâmeleri (anlaşma ve sözleşmeleri) de “ahidnâme-i hümâyûn”a yakışır bir özen ve saygıyla şey etmek lazım geldiğini bilmem hatırlatmaya gerek var mı?..

Biliyorum bu önemli ders için bir gazete yazısı kifayet etmedi. Ne benim meramımı anlatmama kafi geldi ne de siz değerli karilerimin konuyu derli toplu anlamasına. Onun için burada bir ev ödevi olarak, Remzi Gür’ün 2010 yılında ilim ve irfan dünyamıza armağan ettiği “Hükmü Şerif – Remzi Gür Koleksiyonundan Padişah Fermanları” adlı şaheseri incelemenizi tavsiye ediyorum.

Ecdadımızın hepsini sultan bilip perma perişan kullarını hesaba katmadığımız için hep kendimizi kendileriyle özdeşleştirdiğimiz ulu sultanlarımızın astığı astık kestiği kestik fermanlarına Remzi Gür’ün bu yakın ilgisini merak etmeyi gerektirecek de bir durum yok haddi zatında. Tramvayı, uygun durağı hatırlayıp da ne yapacaksınız? Ne müthiş bir ileri görüşlülükmüş deyip geçiverin…

ERDOĞAN’IN PARA İÇİNDE YÜZERKEN BORÇLANDIĞI GÜR’DEN TARİHİ HİZMET

Bugünkü gibi kurduğu diktatörlüğün değil, henüz fakir bir varoş ailesinin reisiyken çok iyiliklerini gördüğü, kızına-kızanına burs verdirttiği Remzi Gür’ü de şanlı tarih hak ettiği şekilde yad edecektir. Düşünsenize Remzi Gür ne kadar müstesna bir şahsiyet! O kadar müstesna-i hasen bir şahsiyet ki Sultan 1. Erdoğan, resmen beyan ettiği 6 milyon 347 bin lira nakit akçesi olmasına rağmen, kendisine 2 milyon TL borçlu kalmakla şereflendirebiliyor. Tabii biz Resmi Gazete’nin yalancısıyız. Yoksa tövbe haşa ve kella hikmetinden sual olunmaz bu tuhaflığın konumuzla uzaktan yakından bir alakası bulunmuyor.

Neyse biz dersimize dönelim ve Remzi Gür’ün şaheserinde yer alan ferman örneklerinden ilham alarak, Sultan 1. Erdoğan’ın KHK kılığındaki mübarek fermanlarının yazılması muvafık olan formatına dair bir alıştırma yapalım.

Sultan I. Erdoğan (0000- 00..)

Ferman tarihi: 1 Tayyip ayı 0001, Recebî Takvim (9 Temmuz, 2018 milâdi)

Şam, Halep, Kudüs, Saraybosna, Üsküp, Diyarbekir, Elaziz, Kilikya, Ayintep, Malatya ve Tokat civarındaki hazine mukataalarının tamamının, daha ziyade “Bu milletin …na koyacağız,” vaadiyle ve o veciz sözü etmekliğinden bu yana vaadinin icaplarını bil’hakkın yerine getirmesiyle maruf Mehmet Cengiz ve mahdumlarının uhdesine verildiği, ama kendilerinin bu mukataaları payitahtımızın diğer güzide yamyamzadeleriyle paylaşmadıklarından ve dahi milletin ırzına şey yaparaktan pey ettiklerinden hazine-i hümayun-u zat-ı şahaneme hak ettiği payı layikiyle vermediklerinden ötürü şahs-i alimin ve şahsi memalikim olan devleti adiyyeninin zararına sebeb olduğu görülmüştür. Bundan kelli millete vaat ettiklerini hakkiyle yerine getirmeye devam etmesini takdirle birlikte ve hazine-i şahsımı zarara sokan bu gibi hallerden uzak durulması… Vesaire vesaire…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. harika yalnız o koleksiyon remzi gürün değil. cem uzanın. adam yurtdışına kaçınca koleksiyonunu remzi güre peşkeş çektiler. yoksa bunlarda uğraşıp onları toplayacak ne bilgisi ne ilgisi var.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin