Erdoğanizm ve üzerine oturduğu dört ana sütun

Yorum | Bülent Keneş

Devletin zorlayıcı kurumları aracılığıyla tepeden inmeci dayatmacılığa dayanan Jakoben bir anlayışa tekabül eden Kemalizm henüz ölmese de gücünden epeyini kaybetti. Aslında kaybetmekten ziyade “tabiattaki hiçbir şey yoktan var olmaz vardan yok olmaz” kaidesi gereği olsa gerek bütün kapasite, kabiliyet ve tiksinilesi özelliklerini ülkeyi tarumar eden Erdoğanizm’e devretti.

Kemalizmin öngördüğü hayat tarzı ve dünya görüşünün tam zıddını savunan Erdoğanizm’in yöntem olarak Kemalizmi tıpatıp kopyalaması ise, Türkiye gibi geçmişi talihsizliklerle dolu bir toplumun başına gelebilecek en büyük bahtsızlık. Her şeye rağmen Erdoğanizm’in kullandığı yöntemler açısından Kemalizmden şayet bir farkı varsa o fark da Kemalistlerin olduğundan çok daha hoyrat, gaddar, zalim ve bir o kadar da paçoz olmasıdır herhalde.

Peki nedir bu Erdoğanizm? Temel özellikleri nelerdir? Sadece bir ideoloji midir Erdoğanizm  yoksa yükselip kendisini konsolide ettiği oranda Türkiye’yi yaşanmaz hale getiren despotik bir rejimin adı mıdır? Avustralya merkezli Alfred Deakin Vatandaşlık ve Küreselleşme Enstitüsü Direktörü İhsan Yılmaz ve Miami merkezli Uluslararası Florida Üniversitesi Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Galib Bashirov, birlikte kaleme aldıkları bir makaleyle bu soruların cevabının peşine düşenlerden…

TÜRKİYE’DE ERDOĞANİZM’İN DOĞUŞU VE YÜKSELİŞİ

Yılmaz ve Bashirov’un uluslararası prestiji yüksek Third World Quarterly (TWQ) dergisinin son sayısı için kaleme aldıkları “15 Yıl Sonra AKP: Türkiye’de Erdoğanizm’in Doğuşu” başlıklı makale Erdoğanizm’in kodlarını ince bir işçilikle tek tek çözüyor. Makale, Erdoğanizm’in dayandığı seçim yoluyla otoriterlik, popülizm, siyasal İslamcılık ve neo-patrimonyalizmden (kayırmacılık) oluşan dört ana sütunu anlamak isteyenlere önemli veriler ve sağlıklı bir bakış açısı sunuyor.

Türkiye’deki cari rejimi net bir şekilde “Erdoğanizm” şeklinde kavramsallaştıran Yılmaz ve Bashirov, bu rejimin ‘seçimli otoriterlik’ şeklindeki bir seçim sistemine, neo-patrimonyalizme dayalı bir ekonomik sisteme, popülizmi esas alan bir siyasal stratejiye ve İslamcılığın merkezde olduğu bir siyasi ideolojiye dayandığına dikkat çekiyor. Makalede Erdoğanizm’in Sultancılık, Humeynicilik ve Kemalizm gibi bir ideoloji olarak adlandırılmasının gerekçeleri sıralanırken bahsi edilen dört sütunun bu rejimin temel sacayakları olduğu ifade ediliyor.

15 Temmuz askeri darbe kumpası sonrası kaleme aldığı bir yazısında “Kahraman milletimizin mensupları Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı seven ve geleneksel değerlerini yitirmeyenlerden oluşur,” diyen Hayrettin Karaman’ın bu şekilde yeni bir millet tanımı getirdiğine işaret eden makalede, bu tür beyanlara günümüz Türkiye’sinde sıklıkla rastlanıldığının altı çiziliyor. Bu söylemlerle hem Erdoğan’ın şahsının hem de tarzının Türk milletinin, devletinin, ekonomik, sosyal ve politik kurumlarının ete kemiğe bürünmüş bir hali olduğuna dair sistematik bir anlayış oluşturulduğu ifade ediliyor.

YENİ TİP BİR ‘MAKBUL VATANDAŞ’ YARATMA UĞRAŞINDA YENİ BİR İDEOLOJİ

Ahmet Kuru’nun Erdoğan’ın popülist hamaset ve polemikçi bir tarzda Erdoğanizm’in altını doldurduğuna dair tespitlerini hatırlatan Yılmaz ve Bashirov, Erdoğanizm’i tıpkı Kemalizm’in yaptığı gibi devlet kurumları aracılığıyla kendi ‘makbul vatandaşı’nı yaratma ideolojisi olarak tanımlıyor. Bu saptama Yılmaz’ın bu konudaki önceki çalışmalarına ve kavramsallaştırmalarına da doğrudan bir atıf içeriyor.

Erdoğanizm hakkkında yapılan, Türkiye’nin resmi ideolojisi Kemalizm’in yerini alacak yeni bir ideoloji olarak ‘Erdoğan’ın yönetim felsefesi’; siyasal İslamcılığın, otoriterliğin, Türk milliyetçiliğinin ve Batı karşıtlığının oluşturduğu bir ideoloji; Erdoğan’ın kişi kültü etrafında şekillenmiş bir yönetim anlayışı ve ideoloji şeklinde yapılan diğer bazı tanımlama çabalarına da makalede yer veriliyor. Bütün bu çabalara rağmen Erdoğanizm’in başlı başına bir ideoloji olarak bütüncül bir analize tabi tutulmadığına dikkat çeken Yılmaz ve Bashirov, sözkonusu makaleyle bu önemli boşluğu doldurma iddiası taşıyor.

2000’li yılların ilk 10 yılının sonlarından itibaren siyaset bilimcilerin Türkiye’deki demokratik geriye gidişi, ‘illiberal demokrasi’, ‘rekabetçi otoriterlik’, ‘seçimli otoriterlik’ ve ‘zayıf otoriterlik’ şeklinde tanımladığına dikkat çeken yazarlar, mevcut rejime dair kendi tezini ise ‘seçimli otoriterlik’ kavramı çerçevesinde örüntülüyor. Ancak, tek başına bu kavramın da yeni düzenin ekonomik, ideolojik ve stratejik özelliklerine karşılık gelen neo-patrimonyalizmi, İslamcılığı ve popülizmi tartışma dışında bırakmasından dolayı ortaya çıkan yeni rejimin bütüncül bir fotoğrafını vermekte yetersiz kaldığına dikkat çeken makale, Erdoğanizm’in aslında bunların bütünü olduğunu savunuyor.

BİR MODEL MÜSLÜMAN DEMOKRASİSİ OLMAKTAN OTORİTER DESPOTLUĞA

AKP’nin dümeninde bulunduğu Türkiye’nin hızla model bir Müslüman demokrasi olmaktan çıkarak otoriter bir devlete nasıl dönüştünü de analiz eden makale, mevcut rejimin ideolojisini tanımlamakta herhangi bir evrensel kategorinin yetersiz kalacağının altını çiziyor. Mesela, sadece “seçimli otoriterlik” denilse, rejimin diğer üç temel sacayağı dışarıda kalacağı için ‘Erdoğanizm’ kavramının tercih edildiği kaydediliyor.

Erdoğanizm, dünyanın değişik yerlerinde olduğu gibi Müslüman çoğunluklu ülkelerde başka türleri de olan bir tür şahıs (tek adam) rejimi olduğu için, makalede Sultanizm ve Humeynizm’in yanısıra Kemalizm de bu rejimi anlamada temel referans noktaları olarak kullanılıyor. Bu tür rejimlerin birbirlerinden önemli farklarına rağmen kişiselleştirilmiş baskın karakterinden kaynaklanan benzerliklerinin Türkiye’deki Erdoğanist rejimin belirleyici unsurlarını üretmede de yardımcı olabileceğine dikkat çekiliyor.

Yazarlar, devletin ve milletin varlığının liderin kaderine yakından bağlı olduğu aşırı patrimonyal Sultanist rejim kategorisinin de Türkiye’deki rejimin bütüncül fotoğrafını vermekteki yetersizliğine işaret etmekle birlikte, bu tür rejimlerde devlet ile rejim arasındaki farkların flulaşmasına atıfta bulunmaktan geri durmuyor. 15 Temmuz darbe kumpası sonrası rejimin aşırı şahsileştirilmesi sonucunda tek lider haline gelen Erdoğan ile Türkiye’nin kaderlerinin tamamen birleştirildiğine vurgu yapılan makalede, bu tür rejimlerde lidere koşulsuz sadakatin ideolojik, eşsiz/ilahi bir şahsi misyona sahip olduğu düşüncesi ya da liderin karizmatik kabiliyetlerinden ziyade korku ve ödül karışımının sonucu olduğu ifade ediliyor. Bu yüzden de Sultanist rejimlerin hem gerçek anlamıyla bir ideolojiden hem de popülerlikten mahrum olduğuna dikkat çekiliyor.

Rejimin Türk toplumu ve Türk siyaseti üzerindeki tahakkümcü rolüne İslamcılığın meşruiyet kazandırdığını kaydeden Yılmaz ve Bashirov, bu tür sistemlerde sultasına itaat bekleyen liderin, seçmen kitlesinin desteğinin sürdürülmesini sağlamak üzere giriştiği eylemlerin meşrulaştırılması konusunda İslam’ın araçsallaştırıldığının altını çiziyor. Kişi kültü etrafında şekillenmiş Kemalizm’e ve Humeynizm’e atıfta bulunan yazarlar, bu sistemlerde yapılan göstermelik seçimlerin önceden belirlenerek tercih edilen politikaların onaylanmasından ibaret olduğuna işaret ediyorlar.

KİŞİSELLEŞTİRİLMİŞ BİR REJİM, KAYIRMACI BİR EKONOMİK SİSTEM

Yazarlar, bu tür rejimlerde kamu kaynaklarının yandaşlar arasında dağıtıldığına ve milliyetçi ideolojilere dayalı bu popülist rejimlerin sekülerizm ve İslamcılık gibi geniş bir alanı kaplayan ideolojilerle kendilerine meşruiyet temin ettiklerine vurgu yapıyorlar. Makalede, Türkiye’deki politik gelişmelerin de benzer şekilde muhalefeti ezen, ekonomik faydaları ayrımcı bir şekilde sadece politik destekçilerine dağıtan, dinsel milliyetçiliği izlediği siyasete ideolojik bir omurga yapan son derece kişiselleştirilmiş ancak oldukça popüler bir rejime evrildiği belirtiliyor.

AKP ve Erdoğan’ın Milli Görüş geçmişinin genişçe özetlendiği makalede, 2001’de kurulan bu partinin iktidarda kalabilmek gibi pragmatik amaçlarla Avrupa Birliği ve demokratikleşme yolunda temel evrensel insan hak ve özgürlük ilkeleri çerçevesinde hareket ettiğini, kendisine demokratik bir imaj yaratarak bu sayede Avrupa Birliği’nin yanısıra daha önce siyasal İslamcı partilere mesafeli duran Kürtler, liberaller ve Hizmet Hareketi’nin desteğini kazanmayı başardığı hatırlatılıyor.

AKP’nin 2007-2011 yılları arasında demokrasinin konsolidasyonu yerine kendi iktidarının tahkimi peşine düştüğüne dikkat çeken makale, bu yolda AKP’nin siyasi reformları muhalif siyasi kurumları zayıflatmakta ya da bu kurumları içeriden ele geçirmekte kullandığına da işaret ediyor. 2010 Anayasa referandumu ile birlikte Balyoz ve Ergenekon soruşturmalarının, başta yargı ve ordu olmak üzere, bürokrasideki Kemalist hegemonyayı sona erdirdiğini, bu sürecin aynı zamanda ordunun AKP’nin yürütme gücünü fiilen denetleme kabiliyetini zayıflattığı belirtiliyor.

Aynı dönemde bir diğer kamusal denetleme gücü olan bağımsız medyanın da altının oyulduğunun altını çizen makale, AKP’nin gazeteci tutuklama pratiklerinin de 2009’dan itibaren başladığına işaret ediyor. Bu bağlamda 2012’de CPJ verilerinin Türkiye’de 61 gazeteciyi hapiste gösterdiğini hatırlatan yazarlar, 2011 seçimlerindeki zaferin ise, ilk iki iktidar döneminden farklı olarak AKP’yi Kemalist bürokrasi ve müesses askeri düzenin prangalarından azade kıldığı tespitinde bulunuyor. Yazarlar, AKP’nin (Erdoğan’ın) bu imkanı sistemin daha da demokratikleştirilmesi yönünde kullanmak yerine kararlı bir şekilde yön değiştirerek Erdoğan kültü etrafında bir otoriter popülist rejim kurmaya çalışmakta kullandığını belirtiyor.

FONKSİYONU TÜKENMİŞ MUHALEFETE MEŞRUİYET İÇİN TAHAMMÜL

Muhaliflerin eşit ve adil yarışma şartlarından mahrum bırakıldığı, adil ve serbest seçimlerin ortadan kalktığı, temel özgürlüklerin yaygın bir şekilde yok edildiği bu tür seçimli otoriterlik sistemlerinde muhalefetin varlığına görüntüde müsaade edilse de muhaliflerin oyların çoğunluğunu kazanmalarına asla müsaade edilmediğini hatırlatan makale, bu rejimlerde muhalefetin hala var olmasının temel misyonunun otoriter siyasi sistemin görüntüsünü kurtararak meşrulaştırılmasında kullanılması olduğuna dikkat çekiyor.

Seçimli otoriter siyasi sistemlerde yasama ve yürütme erkleri için düzenli seçimler yapılmaya devam edilse bile bu seçimlere iktidardakilerin sıklıkla hile karıştırdığını vurgulayan yazarlar, bu sistemlerde siyasi özgürlükler ciddi şekilde kısıtlandığı için seçimlerin rekabetçi olmaktan çok uzak olduğunun altını çiziyor. Türkiye’deki siyasal rejimin 2011’den bu yana nasıl aşama aşama seçimli otoriterliğin tüm özelliklerini taşır hale geldiğini özetleyen Yılmaz ve Bashirov, 2015’te tekrarlanan genel seçimlerin ise 1950’den bu yana ülkede sağlıklı bir şekilde yapılan özgür ve adil seçimlerin sonunu getirdiğini not ediyor.

AKP iktidarlarının neo-patrimonyal bir ilişkiler ağı kurmak suretiyle toplumun belirli kesimlerinin sadakatini kazanmak suretiyle giderek daha popüler hale geldiğini anlatan makale, rejimin bunu kamu kaynaklarını AKP’ye oy veren şehirlere ve beldelere dağıtmak, oy vermeyenleri ise bu imkanlardan mahrum bırakarak cezalandırmak yoluyla başardığına dikkat çekiyor. İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’ne atanan partizan kayyımın, kamuoyu önünde, metro çalışmalarında kendilerine oy veren semtlere öncelik vereceklerine dair yaptığı açıklama Yılmaz ve Bashirov’un bahsini ettiği bu kayırmacılığa karikatür kabalığında iyi bir örnek teşkil ediyor.

Popülist liderlerin tüm özelliklerini fazlasıyla taşıyan Erdoğan’ın ilahi misyon yüklü bir kült kişilik haline dönüştürüldüğüne işaret edilen makalede, “Türkiye’nin Yeni Babası” olarak görülen Erdoğan’ın tavırlarının kurumlar/kurallar karşıtı bir karakterde olduğu dile getiriliyor. Yazarlar, başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere yargı gibi yatay denetleme ve hesap sorma yapılarına karşıtlığı ile bilinen Erdoğan’ın milli iradenin ahlaki ve normatif üstünlüğünü savunduğunu ve kendisini de milli iradenin ete kemiğe bürünmüş hali olarak takdim ettiğini kaydediyor. Bu sayede kendisine muhalif olan herkesi milli irade ve devlet düşmanı olarak etiketleyebiliyor. Yazarlar, Erdoğan’ın içeride ‘biz ve onlar’ diye yaptığı ayrıştırmanın yanısıra kendi siyasi platformunu sürdürebilmek için dışarıda sürekli ‘kontrollü uluslararası krizler’ çıkardığına işaret ediyor.

DEMOKRAT SOSYAL BİLİMCİLERİN ÜZERİNE DÜŞEN GÖREV…

Siyasi ihtiraslar peşinde İslam’ın araçsallaştırılması anlamına gelen İslamcılığın da Erdoğanizm rejiminin ana sacayaklarından biri olduğunu ifade eden Yılmaz ve Bashirov, bunun siyasi kazanımları korumak ve bu uğurda girişilen eylemleri meşrulaştırmak için yapılan pragmatik bir tercih olduğunu vurguluyor. Osmanlıcılığı da İslam’ın evrensel kavramlarını takip etme iddiasında olmasına rağmen ulusal bağlamda doktrinler üreten İslamcılığın bir parçası olarak değerlendiren yazarlar, AKP’nin hem iç hem de dış politikada neo-Osmanlıcılık ideolojisini uygulamaya sokan yeni rejimin, yavaş ama kararlı bir şekilde, Türkiye’de devlet-toplum ilişkilerinin dayandığı seküler ilkelere karşı bir savaş açtığını ifade ediyor. Bu konuda Diyanet ve eğitimin İslamcılaştırılmasının etkili bir şekilde kullanıldığının altını çizen Yılmaz ve Bashirov, tıpkı Kemalistlerin yaptığı gibi, bu yolla Erdoğanizm’in de bir ‘makbul vatandaş’ yaratmaya çalıştığına dikkat çekiyor.

Otuz yıllık dostum İhsan Yılmaz’ın Galib Bashirov’la birlikte imza attığı bu nitelikli makaleyi okurken, bir taraftan tam demokrasiye doğru giderken menzile varamadan yolda telef olan Türkiye’nin pek acınası haline üzüldüm, bir taraftan ülkede yaşananları kavramsal bir çerçeveye oturtarak ülkenin fotoğrafını büyük bir soğuk kanlılıkla gözümüzün önüne seren bu tür makalelere ne kadar çok ihtiyaç olduğunu düşündüm. Bu zor ve karmaşık sürecin daha iyi anlaşılması, daha iyi anlatılması ve daha çabuk atlatılması konusunda herkes gibi sosyal bilimcilere de büyük görevler düştüğüne bir kez daha kanaat getirdim. Yılmaz ve Bashirov’un TWQ’da yayınlanan makalesi bu görevin hakkıyla ifası konusunda güzel bir örneklik teşkil ediyor.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin