Erdoğan’ın ‘tek adam’lar kulübünde rahatlama arzusu

Hacı hacıyı Mekke’de, hoca hocayı tekkede, deli deliyi dakkada, despot despotu Şangay’da bulurmuş.

Erdoğan ve avaneleri ulusal ve uluslararası suçlara battıkça Türkiye’yi demokratik medeni değerler çerçevesinde yönetmekten vazgeçti. Ülkede tam anlamıyla bir “tek adam” tahakkümü kurmaya yöneldi. İşlediği suçlardan hesap sorulmasına imkan vermeyecek tahakküm arayışı daha fazla zulmü, baskıyı, hukuksuzluğu ve keyfiliği beraberinde getirdi. Birbirini besleyen bir fasit daire içerisinde debelendikçe daha fazla suç işledi. Hesap verme korkusu depreştikçe artık iyice kitlesel zulme dönüşen tahakküm ihtiyacı daha da arttı. Tahakkümü arttırdıkça demokratik dünyadan eleştiri oklarına daha fazla hedef oldu. Ne zerre itibarı kaldı, ne de saygınlığı.

KÖŞEYE SIKIŞMIŞLIĞIN ÇARESİZLİĞİ…

Bu eleştirilerden dolayı sadece huzuru kaçmakla kalmadı. Kıymet verdiği yegane kutsalı olan kirli iktidarını, hanedanının Karun’u kıskandıracak memalikini kaybetme korkusu da benliğini sardı. Köşeye sıkışmışların çaresizliği içerisinde kaçacak bir delik aradığında ise, istiskale uğrama pahasına daha önceden de yaltaklandığı, Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) yeniden aklına geliverdi. Şahsi rahatlama şansını artık, Osmanlı’nın son 2 asrı da dahil olmak üzere Türkiye’nin 300 yıldır yöneldiği Batı ile yollarını ayırmakta görüyordu.

Aslında şaşılacak bir şey yoktu. Bu durum, hiçbir insani ve ahlaki değer tanımayan diktatörleşmenin kaçınılmaz kıldığı seyir rotasına uygun olandı. Neticede en temel insani değerleri hiçe sayarak alabildiğine diktatörleşirken medeni ve özgür dünyanın saygın bir üyesi olmak mümkün değildi. Diktatörleştiği oranda yükselen hukuk, adalet, ahlak, işkence, toplu cezalandırma, hak ve özgürlük eleştirileri bunalttıkça bunaltmıştı. Zaten, uzun zamandır gidemediği Batılı başkentlerde Minsk’te, Moskova’da, İslamabad’da, Taşkent’te, Bakü’de gördüğü saygıyı görmeyeli yıllar olmuştu.

BULDUĞU İLK DELİĞE KAÇMA ARAYIŞI…

Rahat etmek, bütün zulümlerine ve tüm insanlık dışı hallerine rağmen hala saygı görmek arzusu içini yakıp kavuruyordu. Her ne kadar yüzde yüzünü kontrol ettiği medya sayesinde halka ulaşmasını engellese, önemli kısmını havuç-sopa, rüşvet-tehdit taktikleri ile bertaraf edebilse de Batı’dan gelen demeçler, bildiriler, ilerleme raporları, medya eleştirileri canını feci yakıyordu. Haklı olduğunu bildiği bu eleştiriler karşısında aşağılanmış, horlanmış, dağların zirvelerinde dolaşan kibrini yaralanmış hissediyordu. Hiç tereddüdü kalmamıştı artık. Bulduğu ilk deliğe kaçmalıydı. En insanlık dışı zulümlerini bile hiç sorun etmeyecek bir dünya kurulmalıydı ve o dünyada yerini almalıydı. Yani benzerleri arasına karışmalı ve bir an önce rahata kavuşmalıydı.

Son günlerde gittiği Belarus’ta, Özebekistan’da, Pakistan’da çoşkulu karşılamalar ve gördüğü seremoniyal saygı çok hoşuna gitmişti. Kendisine lazım olan işte böyle bir dünya idi. Kendisini ait hissettiği dünya haksızlıkları, hukuksuzlukları, zulmü, katliamları sorun etmeyen bir dünyaydı. Hırsızlık yaptığında kınanmayacağı, hukuksuzluklarının hoşgörüyle karşılanacağı, zulümlerine bile alkış alacağı, katliamlarının hesabının sorulmayacağı bir dünya mümkündü. Dahası böyle bir dünya zaten hazırda vardı. Yeni istiskallere uğrama pahasına ne yapıp etmeli, oraya dahil olmalıydı. Hem başka bir çaresi mi kalmıştı ki?..

‘ÇOK RAHAT HAREKET ETMESİNİ SAĞLAR’

Pakistan, Özbekistan seyahati dönüşünde çevresini saran rejim muharrirlerine çok uzun zamandır evire çevire iyice ıslattığı baklayı ağzından bir kez daha çıkarıverdi. “Avrupa Birliği (AB) ile gerilim yaşayan Türkiye’nin ‘Şanghay 5’lisi’ ile rahatlayabileceğini” söyledi.

“Türkiye’nin Şanghay 5’lisi içinde yer alması, çok rahat hareket etmesini sağlar” diyen Erdoğan’ın “hangi konularda çok rahat hareket etmek” istediğini tahmin için müneccim olmaya gerek yok. Neticede AB’ye ruh veren Kopenhag Kriterleri’nin yerine konulabilecek yegane Şangay kriteri olsa olsa “ülkelerini babalarının çiftliği gibi yönetecek diktatörler” olması şartı idi.

Temsile, demokrasiye, hukuka, temel hak ve özgürlüklere, insani değerlere, “yumuşak güç” özelliklerine hiç itibar etmeyen kaba adaleli “sert güç”lerin, hak, hukuk ve özgürlüklerden haz etmeyen tek adam rejimlerinin güvenlik ve ekonomik işbirliği kulübü niteliğindeki bir yapıya dahil olmak korkunç bir köşeye sıkışmışlık histerisi içerisindeki Erdoğan’ı rahatlatacağı kadar Türkiye’yi de rahatlatır mı dersiniz? Şahsen ben hiç sanmam… Her açıdan felaketler zincirine yol açabilecek bir süreci tetikleyeceğini ise rahatlıkla söyleyebilirim.

SAVUNMA VE GÜVENLİK PARAMETRELERİNDE YIRTILMA…

Kendisini güvenlik açısından NATO’ya karşı konumlandıran ŞİÖ’ye  üye olmak şöyle dursun, sadece ciddiye alınabilecek üyelik çabalarının bile Türkiye’nin savunma ve güvenlik parametreleri ile konvansiyonel stratejik paradigmasında büyük bir yırtılmaya yol açacağını şimdiden kayıtlara geçirebiliriz. Bu yırtılmanın NATO ve üyesi ülkeler ile ilişkiler üzerinde sebep olacağı yıkıcı etkiyi ise tahmin etmek zor olmasa gerek. NATO bünyesinde en az 65 yıldır benimsenen milli güvenlik konseptinin ve askeri-teknik standartların dışına çıkmanın yol açacağı sorunlara tartışmasız şekilde alenileşecek “eksen kayması”nın tetikleyeceği küresel meydan okumaların oluşturacağı yıkıcı maliyeti de eklemek gerekecektir.

Öte yandan, eli kanlı Erdoğan despotizminin bütün kurum ve değerleriyle yerle bir ettiği Türkiye’de, beğensek de beğenmesek de, demokrasi, hukuk devleti, hak ve özgürlükler için AB değerleri hala bir çıpa niteliğinde. Eee peki bu konularda AB’nin boşaltacağı alanı kim ya da ne dolduracak? Kurumsal olarak ŞİO’nun kendisi mi? Yoksa Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan gibi üyelerin demokratik kültürleri mi? Belki de Hindistan, Pakistan, Moğolistan, Afganistan, İran gibi gözlemci ülkelere umut bağlarız. Olamaz mı? Kimbilir belki de otoriter Erdoğan rejimi yeni çıpa olarak kendisine Türkiye’nin aralarında yer aldığı Azerbaycan, Beyaz Rusya, Ermenistan, Kamboçya, Sri Lanka gibi ŞİÖ’nün diyalog partnerlerinin sosyo-politik değerlerini baz alır. Belli mi olur?

BÖYLESİNE BİR ‘EKSEN KAYMASI’NIN SÖYLENTİSİ BİLE…

Ayaküstü gevelenen böylesine aptalca bir savrulmanın işaret ettiği köklü bir “eksen kayması” ihtimalinin sadece söylentisinin bile nasıl ağır bir ekonomik bedelinin olabileceğini yaşayarak anlamamız sanırım fazla zamanımızı almayacaktır. 300 yıldır Batı’ya yönelmiş, 65 yıldır müttefiklik ilişkisi içerisine girilmiş, son 50 yıldır ise ekonomisiyle AB ve ABD’ye entegre olmuş bir kurumsal yapının Batı’ya sırtını dönüp Çin, Rusya ve İran’a dayanmasının kolay ve faydalı olacağını savunabilmek için ya başımızda bolca jöle olması ya da ölmemiş hiçbir beyin hücresi kalmaması lazım. Sadece birkaç rakam bile belki aşırı beyin jölelenmesini durdurmaya ve geriye kalan beyin hücrelerine canlandırmaya yeter.

Mesela, 80 trilyon dolarlık (rublelik ya da yuanlık değil) dünya ekonomik hacminin yüzde 70’i Batılı ülke ya da Batılı birlikler tarafından oluşturuluyor. Uluslararası ticaretin ise yüzde 60’ı dolar, yüzde 20’si avro ile yapılıyor. 17 trilyon dolarlık (rublelik ya da yuanlık değil) dünya ticaretinin de 4 trilyon dolarını ABD, 7 trilyon dolarını Avrupa ülkeleri yapıyor. Yani dünya mal ticaretinin yüzde 70’i Batı’nın elinde bulunuyor.

Daha özele gelecek olursak, Türkiye’nin AB ülkeleri ile toplamda 140 milyar avroluk ticaretinden 18 milyar avroluk karı bulunuyor. 55 milyar dolar ticareti olan Şangay üyeleriyle ise 40 milyar dolar açığa sahip. Kaldı ki Çin’in Türk vatandaşlarına turistik vize bile vermediği, işadamlarına verdiği vizenin katılacakları fuar ya da etkinliğin gün sayısı ile sınırlı olduğunu bilmeyen mi var?

AB ve ABD’nin resmen terör örgütü olarak tanıdığı PKK’nın ŞİO ve başat üyeleri Çin ve Rusya tarafından terör örgütü olarak görülmediğini de bir kenara not edelim. “AB terörü destekliyor” diye yırtınanların Birleşmiş Milletler’de PKK lehine tavırlarıyla bilinen Güvenlik Konseyi’nin bu iki daimi üyesine, tavırlarını köklü şekilde değiştirmeleri için sanırım bir sihirli değnekle dokunmaları gerekecek.

ULUSLARARASI SIKIŞMIŞLIK VE EKO-POLİTİK KRİZİN İTİRAFI

Öte yandan, Erdoğan’ın “Şangay’da rahatlama” açıklaması, Türkiye’yi sürükledikleri uluslararası sıkışmışlığın, derin ekonomik ve siyasi bunalımın sert bir itirafı niteliğinde. Putin’in bu trajik tabloya bakıp, tıpkı birkaç yıl önce yaptığına benzer şekilde müstehzi bir ifade takınarak, muhatabının bir iş adamının rüşvet teklifini az bulduğunda dediği gibi “Şangay’a almayalım almayalım, nasıl olsa kucağımıza düşecek” dediğini duyar gibiyim. Alabildiğine itibarsız bir liderin 80 milyonluk bir ülkeyi ve milleti, bin yıllık tarihi olmakla övündüğümüz köklü geleneğiyle koskoca bir devleti düşürdüğü şu içler acısı halleri görüp de üzülmemek elde mi?

Basın ve ifade özgürlüğü, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insani değerlere yönelik insanlık dışı saldırılarından dolayı aldığı eleştirilerden bunalıp çareyi ŞİÖ’ye sığınmakta arayan Despot Erdoğan’ın Şangay’da çok rahat edeceği muhakkak. Ülkenin ve halkın ise bugünleri bile mumla arayacağı…

Battığı suç dehlizinden hesap vermeden çıkabilmek için son çare Avrasyacı ulusalcılara yanaşan Erdoğan’ın, onların kılavuzluğunda umut bağladığı ŞİÖ’ye ruh veren Avrasyacılığın ne menem bir şey olduğunu da bir gün fırsat bulursak yazarız.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin