Erdoğan’ın ‘konsomasyon diplomasisi’nin sonuna gelindi

Yorum | Bülent Keneş

Dış politikada atılan her adımın bir bedeli vardır. Söylemlere hep “kazan-kazan” hakim olsa da dış politik tercihler “sıfır toplamlı oyuna” daha yatkındır. Dahası dış politikada işbirliği ve karşılıklı bağımlılık yerine mutlak bağımsızlık (ki böyle bir şey günümüz dünyasında artık imkan dahilinde değil), revizyonizm ya da çatışmacı bir paradigmaya yöneldiğiniz oranda atacağınız her adımın fırsat maliyetine katlanmanın yanı sıra ağır faturasını ödemeniz de gerekir.

Tüm tercihler gibi dış politik/stratejik tercihler de alternatif seçeneklerden birer vazgeçiş anlamına gelir. Bu vazgeçişlerin oluşturacağı bedeller, bir tercihte bulunmanın tabiatı gereğidir. Ancak, tüm bunlardan daha ağır bedeli olan ise, net bir tercihin ortaya konulamadığı iradesizlik ve bu iradesizliğin doğal bir sonucu olan kararsızlık halidir. Kararsızlık hali şayet bir karara ulaşma sürecindeki geçici bir döneme dairse belki tahammül edilebilir. Ancak, kararsızlık haliniz iradesizliğiniz ve hatta daha beteri ilkesizliğinizin, bir ahlak haline getirdiğiniz şark kurnazlığınızın veya ucuz pazarlıkçılığınızın bir sonucuysa böyle bir şeyden hayır beklenemez.

Dış politikanızı çevirdiğiniz uluslararası türlü dümenlere, ülkenin ulusal çıkarlarını siyasi veya şahsi hesaplarınıza birer araç haline getirmişseniz veya her gün şekilden şekle girmek zorunda kalan bir şahsiyet zafiyeti içerisindeyseniz, yani yönünüzü ve ekseninizi tamamen yitirmişseniz dış politikanızın şaftını iyiden iyiye kaydırmışsınız demektir.  Türk dış politikası, an itibariyle ne yazık ki dümendekilerin bile tanımlamakta güçlük çektiği böyle bir kaosa, belirsizliğe, renksizliğe, eksensizliğe tekabül ediyor.

SERSERİ DEVLETİN EKSENSİZLİK HALİ

Gerçi Erdoğan rejiminin demokrasiyi, hukuku, temel hak ve özgürlükleri yerle bir eden despotik yönelimiyle bir “serseri devlet”e dönüştürdüğü Türkiye’nin türlü zafiyetlerle malûl mevcut haline en uygun dış politik konumlandırma, bir entropi durumuna karşılık gelen “eksensizlik hali”dir. Neticede, Türkiye bugün kimsenin tanımlayamadığı, eylemlerini ve reflekslerini öngöremediği, bir sonraki adımının ne olabileceğini tahmin edemediği ve dolayısıyla güven duymakta güçlük çektiği oldukça tuhaf bir konumda bulunmaktadır.

Geçtiğimiz hafta Bianet’e bir söyleşi veren Bilgi Üniversitesi öğretim üyelerinden İlter Turan da bu ciddi soruna dikkat çekiyordu. Türkiye’nin geçmişte tahmin edilebilir ve çizgisi belli bir dış politika izlediğini hatırlatan Turan, bu konuda belirleyici olan kurumsal yapının darmaduman edildiğini ve dış politika yapımının tamamen kişiselleştiğini söylüyordu. Türkiye’nin dış siyasette artık eksenini iyice kaybettiğini ve çizgisinin bulanıklaştığını belirten Turan, bu kaos halini “bir ülkeyle bir gün kavgalı, ertesi gün dost ya da hem rakip, hem işbirlikçi olabiliyorsunuz,” şeklinde tanımlıyordu.

Orta ve uzun vadeli ciddi sorunlara yol açma potansiyeli olan bu eksensizlik halinin ağır sonuçlarının ilk öncülleri kendisini geleneksel müttefiklerimiz, stratejik ortaklarımız, siyasi değer ve kültür birlikteliği içerisinde hareket ettiğimiz ülkelerle yaşanan sorunlarla gösteriyor. Turan da, Erdoğan rejiminin Türkiye’yi mahkum ettiği korkunç savrulmayı Venezuela Devlet Başkanı Maduro’nun karşılanma tarzı üzerinden anlatıyor ve bunu “Türkiye’nin dış politikasında dünya yönetişimine başkaldıran ‘üçüncü dünyacı’ yaklaşım” olarak ifade ediyor.

EKSEN ARAYIŞI SADECE SİZİN VEREBİLECEĞİNİZ BİR KARAR DEĞİLDİR

Oysa dış politikada eksen tercihi, üzerinde her gün kafanıza göre oynayabileceğiniz bir alan değildir. Bu, sadece sizi ilgilendiren ve sadece sizin karar verebileceğiniz bir konu da değildir. Bu, ulusal ve bölgesel alt üst oluşları beraberinde getirecek çok sıkıntılı süreçtir. Ancak böyle bir süreç sonunda, artık ne kadarınız kalmışsa o kadarınızla milli çıkarlarınızı ve bunların gerektirdiği yeni ekseninizi tanımlayabilirsiniz. Ya da böyle bir süreç sonunda birileri yeni ekseninizi sizin adınıza üstelik de size söz hakkı vermeden tanımlayıverir. Böyle bir durum ne tercih edilebilecek, ne de gündelik bir spor ya da hobi olarak yapılabilecek bir şey değildir. Öyle olduğu içindir ki, Türkiye’nin geçmişinde bugünküne benzer bir eksensizlik hali hiç olmamıştır.

Yönünü hep Batı’ya ve Batılı değerlere dönmekle birlikte, Turan’ın da dikkat çektiği gibi, 2. Dünya Savaşı sonuna kadar dünya dengeleri arasında nötr bir pozisyonda kalmayı tercih eden Türkiye, Soğuk Savaş yıllarında net olarak Batı Bloku’nda pozisyon almıştır. Soğuk Savaş sonrası çok kutuplu dönemde ise, bu pozisyonunu sürdürmekle birlikte, irili ufaklı tüm güç eksenleriyle iyi ilişkiler yürütmenin arayışına girmiştir. Böylece, dış politikada tahmin edilebilir, öngörülebilir ve dolayısıyla güvenilebilir bir aktör olma vasfını korumuştur. Bugün bunlar, şahsi ilişkilerinde olduğu gibi uluslararası ilişkilerinde de hiçbir kural, ilke ve ahlak tanımayan Erdoğan rejiminin ülkeyi mahrum bıraktığı değerlerdir.

BAKACAĞIN YÜZE TÜKÜRME, TÜKÜRECEĞİN YÜZE BAKMA

Bu dengesizlik ve eksensizlik halinin gündelik tezahürü ise, bir gün ilişkilerin yakınlığından dem vurulup ifrat derecesinde göklere çıkarılan bir devletin ertesi gün yerin dibine geçirilerek tefrit derecesinde düşmanlaştırılması oluyor. Atalarımızın bir tutarlılık ve karakter ölçüsü olarak salık verdiği “bakacağın yüze tükürme, tüküreceğin yüze bakma” ilkesinin her gün tam tersinin yapılması, dün yüzüne tükürülenlere bugün arsızca sırnaşılması, tükürülenlerin yalanması… Dün hakaret edilenlerin önünde bugün bol sıfırlı rüşvet çekleriyle el pençe divan durulması ya da tam tersine dün “yakın dostum” denilenlere bugün ağız dolusu hakaretler edilmesi… İşte bunlar hep eksensizliğin ve dış politikadaki şahsiyetsizliğin gündelik tezahürleri olarak karşımıza çıkıyor.

Oysa, mevcut durumu hala büyük ölçüde bir anarşi haline karşılık gelse de, dünya düzeninde yine de sizi tanımlayacak belirgin çizgilerinizin olması beklenir. İlan edilmiş bu çizgiler, özellikle başka ülkeleri de ilgilendiren konularda kafanıza ve keyfinize göre hareket etmenize engel olur. Neler yapıp neler yapamayacağınızı ana hatlarıyla belirler. Bunun yerine, hak-hukuk, ahlak tanımayan despotik bir tek adam rejiminin dış politikadaki karşılığı olarak bir “serseri devlet” haline gelirseniz, türlü belalara davetiye çıkarmış, ülkenizin yıkımına kendi ellerinizle zemin hazırlamış olursunuz.

Türkiye’yi, oldukça bilinçli bir tercihle 300 yıldır yöneldiği Batı’dan koparmaya çalışan Erdoğan, bu yönelimin üzerine oturduğu girift ilişkiler sistematiğini pek anlamış gözükmüyor. Ya da Türkiye’nin milli çıkarlarını İran’a peşkeş çekme pahasına yaptığı hırsızlık, yolsuzluk ve aldığı rüşvetlerin yol açtığı sıkışmışlık hali kendisine bugün yaptıklarından başka bir çare bırakmıyor. Nereye oturacağı belirsiz bir şekilde, eksenini değiştirmeye yeltenmekle Türkiye’ye yapılabileceği en büyük ihaneti yapıyor.

ERDOĞAN İÇ POLİTİKADAKİ DENGESİZLİĞİNİ DIŞ POLİTİKAYA DA TAŞIYOR

En hafifi rüşvet, kara para trafiği ve milli çıkarlara ihanet olan kepazeliklerle dolu Reza Zarrab dosyasının kendisine ulaşacağını en iyi Erdoğan biliyor. Bu yüzden, kirli yakasını kurtarabilmek için Türkiye’nin geleneksel yönelimini ters yüz etmeye çalışıyor. Bir gün kalkıyor “ABD’ye ihtiyacımız yok,” diyor, ertesi gün “AB’ye ihtiyacımız yok,” diyor. Tek adam rejiminin keyfiliğinin keyfini dış politikada da sürüyor. Türk dış politikasının geçmişteki istikrarlı, ihtiyatlı, tahmin edilebilir çizgisini yerle bir ediyor. İç politikada sıklıkla tecrübe ettiğimiz dengesizliğini, tek karar verici durumuna geldiği dış politikaya da taşıyor.

Bundan dolayı Türk dış politikası dengeyi bir türlü bulamıyor. Muhataplar önünde yalvar yakar olma hali ile magandalığa varan külhanbeyi üslup arasında gidip geliyor. Bir gün yalvardığını ertesi gün tehdit ediyor. Bir gün ağza alınmayacak hakaretler ettiğine ertesi gün övgü üzerine övgüler dizebiliyor. Çünkü, Türk dış politikası artık kurumsal bir çerçevede değil, Erdoğan’ın inişli çıkışlı kişisel ruh haletiyle yapılıyor. Alakasız bir sohbete dayanarak “Pensilvanya’dan helikopter gönderip beni öldürtecekler,” diyecek kadar paranoyanın zirvesine çıkmış, akıl ve ruh sağlığını yitirmiş bir kişinin elinde Türk dış politikası her gün yeni bir rezilliğe yelken açıyor.

Hezeyanlarını stratejik politika diye sahaya süren Erdoğan, ne Türkiye’nin geçmişten bugüne biriktirdiği diplomasi tecrübesine, ne de dış politika yapımında paydaş olması gereken kurum ve kuruluşların bilgi birikimine ihtiyaç duyuyor. Böyle bir ihtiyacın farkında olduğu bile sanılmıyor. Cehaletiyle ve cahil cesaretiyle maruf Erdoğan’ın tek başına ya da çevresine topladığı yardakçı şürekasının tavsiyeleriyle ayak üstü aldığı tutarsız kararları yüzünden 80 milyonluk ülke yel önünde savrulan bir yaprak gibi oradan oraya sürükleniyor. Küresel düzlemdeki belirsizlikler ve keyfilikler kadar Suriye gibi dar alandaki politikaların da bir günü bir diğerini tutmuyor. Mehmetçiğin canının sürüldüğü sahada bile kimin dost, kimin düşman olduğu an be an değişiyor.

‘AKP = MİLLİ MENFAAT’MİŞ… NE MÜNASEBET!..

Erdoğan’ın adına “dış politika” denilemeyecek hezeyanlarını, Abant İzzet Baysal Üniversitesi öğretim üyelerinden Fatih Yaşlı da, “hem ABD hem Rusya’yı idare etmeye kalkışan şark kurnazlığı” olarak tanımlıyor ve bunun Türkiye için yıkıcı sonuçları olabileceğini hatırlatıyor. Marksist saplantılarını bir kenara bırakacak olursak Yaşlı’nın şu tespitlerine katılmamak imkânsız: “Ben bu politikaların hepsinin açıkça Makyavelist ve pragmatist bir şekilde bütünüyle ilkesellikten uzak bir ‘günü kurtarma’ siyasetinin parçası olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de iktidarın ömrünü uzatacak, onun bekasına hizmet edecek her türlü dış politika yönelimi iktidar tarafından uygulanabilir durumdadır. İktidar bugün A dediğine yarın B diyebilir, bugün B dediğini de yarın A diyebilir. Bugün dost olan anında düşman olabilir, düşman olan anında dost olabilir. Üstelik kimse bu değişimi şu anlamda sorgulayamaz: Türkiye’de bunu sorgulatamayacak kadar kötü bir muhalefet var.”

CHP’nin Erdoğan’ın tuzağına nasıl kolayca düştüğünün altını çizerek AKP iktidarının bilinçli bir şekilde kendi çıkarıyla milli çıkarları özdeş göstermeye çalıştığını savunan Yaşlı, “Muhalefet de, başta CHP olmak üzere, sürekli aynı tuzağa düşüp ‘elbette ki devletimizin yanındayız,’ ‘elbette ki hükümet haklıdır’ minvalinde açıklamalar yapıyor… Dış politikadaki bu yönelimleri ‘AKP = Milli menfaatler’ tuzağına düşmeyip, bunu iktidarın günü kurtarma siyasetiyle doğrudan ilişkilendirip-okuyan bir bakış açısına ihtiyacımız var,” diyor.

Benim Erdoğan’ın sırf işlediği suçlardan yakasını kurtarmak için ülkenin başına büyük gaileler açma potansiyeli olan Türkiye’nin eksenini değiştirmeye yeltenmesi olarak tanımladığım şeye karşılık Türkiye’nin geleneksel müttefiklerinin hamlelerini biraz daha derinleştirme ihtimalinden bahseden Yaşlı, bu şartlarda Türk dış politikasında istikrarın yakalanmasının mümkün olmadığını ve ülkeyi ciddi risklerin beklediğini söylüyor.

ERDOĞANLI TÜRKİYE’NİN GİTTİĞİ YOL YOL DEĞİL

Birbirine taban tabana zıt ideolojik çevrelerden iki dış politika uzmanı da lafın kısası Erdoğan’ın liderliğindeki Türkiye’nin gittiği yolun yol olmadığını söylüyor. Bu yolun varacağı yerin işaretlerini ise ABD’nin etkili gazetesi New York Times, hafta sonu “Editöryal Kurul” imzasıyla yayınladığı tarihi yazıda verdi. Şimdilik NATO’dan atılmasa da, 50 civarındaki nükleer silahın Türkiye ile ikili ilişkiler tamamen çökmeden önce bu ülkeden taşınması gerektiğini salık verdi. Rusya ile yaptığı S-400 anlaşmasıyla başını alıp dilediği yere gidebileceğine dair sert bir mesaj veren Erdoğan rejiminin, Batı savunma ittifakı içerisindeki güvenilmez konumunun tescillenmesi aşamasına böylece gelmiş bulunuyoruz.

Yandaşları tarafından coşkuyla karşılanan külhanbeyi tavırlarına karşılık Erdoğan’ın kitleler önünde çemkirdiği her aktörün gönlünü perde gerisinde okkalı bir imtiyazla hoş etme çabasını artık sağır sultan bile duymuştur herhalde. Erdoğan’ın bu iki yüzlü tavrının karşılığını iç siyasette fazlasıyla almayı başardığını da kabul etmeliyiz. Ama, şahsi ve gündelik siyasi çıkarları uğruna ülkenin değerlerini, ilkelerini, itibarını, saygınlığını, imaj ve prestijini tüketerek muhataplarının gönlünü hoş etme anlamında adet edindiği ahlaksız “konsomasyon diplomasisi”nin de nihayet sonuna gelmiş durumda. Şayet çok büyük bir mucize olmazsa Erdoğan rejiminin bundan sonraki macerası acılı çırpınışlar eşliğinde görkemli bir çöküşten ibaret olacak.

Ne yazık ki, Türk halkı demokrasi ile diktatörlük arasında bir seçim yapma hakkını çoktan yitirdi. Dolayısıyla Batı ile Doğu arasında bir tercih yapma hakkını da haiz değil artık. Türkiye’nin Batı ile Doğu arasında nerede olacağını tercih etme konumunda olanlar içinse bu tercih, Erdoğan’lı ya da Erdoğan’sız bir Türkiye arasında olacak. Maalesef, bu tercihi yapabilme hakkının kullanımı uluslararası aktörlere kalmış durumda. Türkiye’nin bu tercihlerden birine oturtulmasının ise, yine maalesef, kolay ve acısız bir yolu bulunmuyor.

Erdoğan ve aveneleri hiçbir şeyi olmasa da Türkiye’yi, Batı ile Rusya arasındaki kavganın bir savaş alanına dönen Ukrayna durumuna düşürmeyi başardı. Bugün retorik ve diplomatik düzeyde devam eden bu savaşın sahaya fiili yansımalarından ise Allah muhafaza etsin…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin