Erdoğan’ın Batı düşmanlığının tarihsel ve kuramsal arka planı

ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Türkiye’de Batı düşmanlığı, yeni bir fenomendir. Ancak Batı diye bir şeyin yeknesak olarak “Türkiye’ye düşman” olduğu, Türkiye’yi bölüp parçalamak, ele geçirmek, yok etmek, ona zarar vermek istediği türünden algı, yeni değil. Tarih kitapları, inkılâp tarihi yazımının ana çizgisi, romanda ve şiirde işlenen milliyetçiliğin ötekisinin Batı olması değil sadece mesele. Yahudileri “dünyayı yöneten Siyonistler” olarak algılayan, “Ermeni dölü” diye ağır bir ifadeyi en üst perdeden hakaret olarak toplumsal gündelik dile eklemlemiş, Yunanlıları “denize döken” bir toplumsal anlatı var, görmezden gelemeyeceğimiz kadar bariz şekilde sırıtarak orta yerde duran.

Kendi tarihini idealize eden, “hiç hatası olmayan” bir millet konsepti, benim objektifleştirme amacıyla nasyonalist dediğim bir ulusalcılık/milliyetçilik ideolojisiyle, bilinçli olarak üretilmiş bir siyasi araçtır. Ana hedefi, dinden kaynaklı baskın kimliği (ümmet aidiyetini) nasyonalist bir kimlikle bastırmak, ulusalcılığı/milliyetçiliği dominant kimlik haline getirmekti. Osmanlı Devleti’nin geç dönem (19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başı) siyasi kadrolarınca ortaya konan bu yaklaşım, sonrasında İttihatçıların B-takımı olan kadro tarafından da benimsenerek, Cumhuriyet’in resmi ideolojik çekirdeğini oluşturdu.

Akçura’nın 1904’te kaleme aldığı “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı uzun makalesinde ele aldığı Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türk milliyetçiliği (nasyonalizm), açıkça Osmanlıcılığın Osmanlı toplumunu, İslamcılığın ise artık İslam ümmetini bir arada tutmayı başaramadığını gözler önüne serer ve açıkça nasyonalizmin toplumu bir arada tutacak yegâne tutkal olduğu tezini savunur. Ziya Gökalp ise Turancılığı reddetmemesine karşın, önce Türkiyeciliğin gerçekleşmesi gerektiğini, bunu Oğuzculuğun ve akabinde de Turancılığın bu evreyi izleyeceğini belirtir. Türkiye temelli nasyonalizm, içerisinde her zaman irredentist (yayılmacı) potansiyeli taşıyarak, Turancılığı rasyonalize eder ve öteler. Yani, önce bir Türkiye’yi kuralım, Türkiye toplumuna nasyonal bir kimlik verelim de, sonra genişleme-nüfuz arttırma meselesine bakarız der. Kürtleri Türkleştirmek ve İslami kimliği halen birincil kimlik olarak algılayanları nasyonal ideoloji içerisinde asimile etmek gibi “stratejileri” önceler.

TÜRK SİYASETİNDE NASYONALİZMİN AĞIRLIĞI

Nasyonalizm bu nedenle çok ama çok güçlüdür. Arap isyanları ve Arapların İngilizlerle işbirliği, Arnavutluk milliyetçiliği gibi dış etkiler, Türkiye’deki nasyonalizmin kuramcılarını ve bu düşünce sisteminin devlet adamlarını ve siyasetçilerini haklı çıkaran deliller ortaya koymuştur. Anadolu’yu bölme planı olan Sevr Antlaşması da vatanseverlik ve vatan savunmasına yönelik direnişi, milliyetçi sosla tümüyle bir tür ideolojik enstrümana dönüştürmüş, Türk devletinin iliğine-kemiğine kadar nasyonalizmin baş tacı edildiği bir tür asimilasyon makinesine evrilmesine neden olmuştur. Ez cümle ifade etmek gerekirse, bugün Türk siyasal hayatını nasyonalizmden bağımsız şekilde tahlil etmek olanaksızdır.

Başlangıçta Türk nasyonalizmine direnen Kürtler ve İslamcılar vardı. Kürtler asimile olmak istemedikleri için reflekssel bir tepkiyle Türk nasyonalizmine karşı çıkmaktaydılar. İslamcılar ise ideolojik nedenlerle kategorik olarak “kavmiyetçiliği” reddetmekteydiler. Doğal olarak Kürtlerin Türk nasyonalizmine karşı duruşları daha fazla öz-algılarına ve kimliklerine dayanmaktaydı. Oysa İslamcıların tek sorunu, kaybedilen iktidardı. Kürtler toplumu dönüştürmeyi değil, sadece kendi benliklerini korumayı istiyorlardı. İslamcılar ise milliyetçiliğin doğal sonucu olan ulus-devlet, milli sınır, nasyonalist tarih yazımı gibi İslam’ı sulandırdığını düşündükleri her şeyi reddetmekteydiler. Kısacası, nasyonalizmin bir şekilde sırtını yaslamak zorunda olduğu modernleşmeyi de reddetmek durumundaydılar. Oysa Kürtlerin böyle bir derdi yoktu. Aksine İslamcılığın da Kürt kimliğini eriten ve sayıca baskın olan Türklerin işine gelen bir ideoloji olduğunun bilincindeydiler.

1990’lara kadar İslamcılık ve Kürtçülük Türkiye rejiminin ana “ötekileri” olmayı sürdürdü. Bu ötekiler üzerinden nasyonalizmin “aslında ne kadar haklı” olduğu halka “gösterildi”. İslamcılar “gerici”, Kürtler ise “bölücüydü”. Bu gerilim sahasında Türk devleti nasyonalizm ideolojisi ile kutsandı. Kutsal, her şeyin üstünde bir devlet algısı topluma yerleştirildi. Kürtler, bu makinenin çarklarında en fazla mağdur olan grup olduğu için, bu devletle arasına daima iyi bir mesafe koydu. Ancak İslamcılar, “kaleyi içerden fethetmek” türü bir İslami geleneğe sahip oldukları için, takiyye müessesesi gibi İslam’ca izafileştirilmiş bir “ahlak” algısına dayanarak, devletle bütünleşti. Devletle bütünleşmenin kendileri lehine sonuçlanacağından emindiler.

DEVLETİN MUTASYONUNUN ÜRÜNÜ

Erdoğan, Türk devletinin bu mutasyonunun ürünüdür. İki organizma birleşince, ortaya çıkan yeni organizma, her iki başlangıç organizmasının özelliklerini alır. Öyle de oldu. Sistemi dönüştürmek şöyle dursun, sistemin ta kendisi haline geldi İslamcı ideoloji. Derin devlet seri adımlarla kendi programını İslamcılara endoktrine etti. Bu süreç öyle usulca, öyle ustaca, öylesine rafine bir şekilde yönetildi ki, taban meydana gelen dönüşümün farkına varmadı. Nasyonalizm, tıpkı sızdığı sosyalizmi nasyonal sosyalizm adı altında tümüyle nasyonalizme dönüştürdüğü gibi, İslamcılığı da İslami nasyonalizm (milliyetçi-muhafazakârlar) çerçevesinde tümüyle nasyonalizme eklemledi. Bu bağlamda dikkat çekilmesi ve önemle vurgulanması gereken şey, ulusalcılık ve milliyetçiliğin ana hatlarıyla aynı şey olduğu, nasyonalizm ideolojisi oluşturdukları gerçeğidir.

Bugün nasyonalizm dinamiğinin kontrolü Avrasyacı ulusalcılardadır. Çünkü nasyonalizmde sesi en gür çıkan haklıdır. Bu metafor üzerinden okuyacak olursak, elinde silahı olan güç, gidişatı belirler. Erdoğan, AKP’yi nasyonalist ilahlara kurban olarak verdi. İslamcıların Avrasyacılarla olan evliliği gerçi zoraki bir birlikteliktir. Ama bir birlikteliğin bu manada zoraki olup olmaması, doğan çocuk bakımından önem arz etmez. İslamcıların Avrasyacılarla olan bütünleşmesi, nasyonalizm ideolojisinin – farklı soslarla tadının hissettirilmemesine çalışılsa da – yeniden doğuşudur. Avrasyacıların Cumhuriyet’i fabrika ayarlarına geri döndürme stratejisinin en hayati ayağıdır. Ve bunu başarmış durumdalar!

CAMBAZA BAK STRATEJİSİ

İster Turan hayali, isterse Osmanlı nostaljisi, hiç fark etmez. Önemli olan, irredantizmi (yayılmacılığı) bir tür “kızıl elma” haline getirmek, yani cambaza bak, derken istedikleri ajandayı topluma kabul ettirmektir. Hitler’in yaptığı da buydu. Enver ve arkadaşlarının da. Batı düşmanlığı olmadan bu planı uygulayamıyorlar. Çünkü 1945 sonrası Türkiye kurumsal olarak Batı sistemine demir attı. Önemi yadsınamaz bir füzyondur bu. Bu entegrasyonu sonlandırmak için gerekçeler aranıyor. Zarrab meselesi, Rusya’ya yönelme, ABD’nin darbe girişiminin arkasındaki güç veya PKK’yı ve “FETÖ’yü” koruyan düşman olarak lanse etmeleri bundan. Ya da Almanya’nın terör destekçiliği gibi akıl almaz iddialarda bulunmaları, yine toplumu bu gidişata hazırlamak amacını gütmekte.

Rusya’ya yönelmek, sıradan bir dış politika tercihi mi? Nerede benim o ahkâm kesen, mangalda kül bırakmayan Uluslararası İlişkilerci meslektaşlarım? Nerede o çok bilen hocalar? Neden yanıt vermiyorlar? Neden soru sormuyorlar? Bilmediklerinden değil, korktuklarından ses çıkartmıyorlar. Akademinin bu ödlekliği, entelektüel sefaletin ana çıkış noktası delil mi zaten?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin