Erdoğan rejimi ve Türklerin Doğu’ya büyük göçü

Yorum | Bülent Keneş

Dinbazlığı karakter haline getirmiş Erdoğan’ın koşulsuz dikta yönetimi altında tüm demokratik kazanımlarını sıfırlayan Türkiye, 100 yıllık tarihinin en büyük belasıyla karşı karşıya. Artık uluslararası hukukun ilgi alanına giren ulusal ve uluslararası suçlardan Erdoğan’ın yakasını kurtarma şansı bulunmuyor. Sırf bu yüzden Türkiye başına türlü gaileler, tektonik belalar açacak köklü bir eksen kayması sürecinin tam ortasında. Sadece son bir hafta içerisinde gündem oluşturan haberlere bakıldığında bile, Türklerin genetik kodlarının hilafına hızla Batı’dan hızla uzaklaşarak yüzlerce yıllık fıtri yöneliminin tersine bir istikamete savrulduğu görülebiliyor.

Gırtlağına kadar gömüldüğü suçlardan ne pahasına olursa olsun yakasını kurtarma telaşesine düşen Erdoğan, ne yazık ki, ülkenin sadece eksenini ya da stratejik yönelimini değiştirmekle kalmıyor. Çok daha tehlikeli, çok daha büyük bir vahamete imza atıyor. Kitleleri radikalleştirme aracı olarak kullandığı eğitim, propaganda ve medya imkanlarıyla, başta gençler olmak üzere, toplumun genetiğini bozuyor, sosyo-politik ve sosyo-kültürel kimyasını dönüştürüyor. Böylece sorun, başlı başına vahim sonuçları olacak bir stratejik eksen kaymasının bile çok ama çok ötesine geçiyor.

ABD İLE İLİŞKİLERDE ‘FRENEMY’ DÖNEMİ BİLE GERİLERDE KALDI

Özellikle ABD’nin elinde kendisini hop oturtup hop kaldırtan bir vudu bebeğine dönüşen Reza Zarrab konusundaki gelişmeler Erdoğan’ın aklını başından alıp adeta çıldırtıyor. O çıldırmışlık haliyle tahakkümü altındaki Türkiye’yi Rusya, İran ve Çin gibi ülkelerle yakınlaştırdığı oranda temel insan hak ve özgürlüklerini, hukukun üstünlüğünü, demokratik değerleri, çoğulculuğu, şeffaflığı, hesap verebilirliği de kapsayan tüm Batılı norm ve değerleri yerle bir ediyor. Türkiye, bu değerleri yok etmekle kalmıyor, medeni dünya ile arasındaki sağlam bağları oluşturan tüm Batılı siyasi, askeri ve ekonomik örgütlerle ilişkilerinde de ciddi bir kopuş yaşıyor.

ABD ile artık “frenemy” (dost gibi düşman, düşman gibi dost) aşamasını bile çoktan geride bırakan Erdoğan rejimi pek çok üyesiyle tek tek hasmane bir ilişki içerisinde bulunduğu Avrupa Birliği (AB) kurumlarıyla da yumuşak bir savaş (soft war) içerisinden bulunuyor. Üyesi olduğumuz 65 yıllık NATO ittifakı ise, özellikle Erdoğan’ın babalanmalarına eko görevi gören havuz medyası aracılığıyla adeta düşman olarak görülüyor. Erdoğan’ın tetiklediği ülkedeki NATO karşıtlığına mukabil, demokratik tüm değerlerin taammüden yok edildiği Türkiye’nin ana odağı demokrasi ve özgürlükçü insancıl hukuk olan NATO’da artık yeri olmadığı fikri de Batılı çevrelerde giderek kendisine daha fazla destek buluyor. Erdoğan rejimi Türkiye’yi temel insani değerlerden uzaklaştırdığı ölçüde ülkenin Batılı ortaklarıyla, uluslararası demokratik yapılarla ve inisiyatiflerle köprüleri de tek tek atıyor.

PERŞEMBE’NİN GELİŞİ ÇARŞAMBA’DAN BELLİYDİ…

Ama elbette ki bu yeni bir hikâye, dünden bugüne sürpriz bir şekilde ortaya çıkan bir gelişme değil. Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belliydi. Bakın harami dinbaz Erdoğan rejiminin 4 Mart 2016’da gasp ettiği, 20 Temmuz 2016’da ise tamamen kapattığı, 2007 Ocak ayında ellerime doğan Today’s Zaman için 1 Şubat 2015 tarihinde “Değerler ve normlar: Türkiye kimin müttefiki?” başlığıyla yazdığım bir yazıda bugün yaşadıklarımızı şaşılacak derecede harfiyen öngörebilmişim.

Pazar akşamı Türkiye’nin, insanlığın binlerce yıllık ortak birikiminin bir verimi olan değerler düzeni niteliğindeki Batı’dan kopup Doğu’ya kaçışına dair bir yazı yazmayı planladığımda işte bu yazı aklıma geldi. Dönüp baktığımda bugün yazmayı düşündüğüm birçok şeyi, o günün örneklerine atıflarla ve bazı küçük nüanslarla, o günden yazdığımı gördüm. O gün için bir öngörü, bugünse gerçeğin ta kendisi olan bu değerlendirmenin tamamına yakınını isterseniz birlikte okuyalım:

“Bu yazıda maalesef son yıllarda yönünü şaşırmış, nereye gideceği konusunda kafası iyice karışmış, bugüne kadar ulaşmak yönünde yol almaya çabaladığı değerler, normlar ve standartlardan hızla uzaklaşmakta olan bir ülkeden bahsedeceğim size. Türkiye son zamanlarda maalesef çok tarihi, tarihi olduğu kadar da çok can sıkıcı bir süreçten geçiyor. Umarım bu can sıkıcı süreci anlatırken sizlerin de canını sıkmam…

BATI’YA YÖNELİM TÜRKLERİN GENETİK KODLARINDA VAR…

Öğrencisi olmaktan gurur duyduğum çok saygın bir Türk siyaset bilimci hanımefendiden, yıllar önce Türklerin tarihsel yönelimi konusunda, bana göre çok değerli, bir saptama duymuştum. O akademisyen hanımefendi demişti ki, ‘Biz Türkler taa binlerce yıl önce, Orta Asya steplerinde henüz göçmen kabileler halinde yaşıyorken, yönümüzü hep Batı’ya dönmüş, atlarımızı hep Batı’ya sürmüş, savaşlarımızın da barışlarımızın da çoğunu Batı ile yapmış bir milletiz.’

Daha sonra belki biraz da abartıyla ‘Galiba Batı’ya yönelim biz Türklerin genetik kodlarında var,’ diye de eklemişti.

Bu tecrübeli sosyal bilimcinin söylediklerinde büyük bir hakikat payı vardı. Gerçekten de Türk boyları, Türki ırklar sürekli olarak yönünü Batı’ya çevirmiş, meşhur kavimler göçü zamanından başlayarak hep Avrupa kapılarını zorlamıştır. Biraz vahşi de olsa dönemin bir çeşit iletişim ve etkileşim aracı olarak kılıçlarını Avrupa’ya biraz daha yakınlaşmak, biraz daha Avrupa’dan olmak üzere çalmışlardır. Avrupa içlerine kadar sokulan Hunlar, o güne kadar Diyar-ı Rum olarak bilinen Anadolu’ya yerleşerek burayı Türklere vatan yapan Selçuklular, Anadolu’ya sığmayıp Avrupa kapılarını zorlayan Osmanlılar, bugün Avrupa’da pek de iyi anılmayan yöntemlerle de olsa, hem yönlerini Batı’ya yani Avrupa’ya çevirmişlerdir. Bütün bu tarih boyunca yolunu şaşırıp atlarını Doğu’ya doğru süren Türklere rastlamak ancak önem atfedilmeyecek istisnalar kabilindendir.

Belki şaşıracaksınız ama Osmanlı’nın gerileme ve çöküş yılları aynı zamanda bilim, teknoloji ve medeniyet imkanları açısından karşısında rekabet etmekte güçlük çektiği Avrupa’nın Türkler tarafından yeniden keşfedildiği yıllardır da. Gerileyen Osmanlı özellikle 19. yüzyıl başlarından itibaren bazen iradi, bazense mecburi olarak Avrupa’da olup bitenlerle daha yakından ilgilenmek, gıpta ile izlediği gelişmelerin birçoğundan ilham alarak kendisini bu gidişata adapte etmek ihtiyacını duymuştur.

MEDENİYETE GİDEN YOLUN KÖŞE TAŞLARI

Osmanlılar, o yıllara damgasını vuran çöküş psikolojisinden kurtulmanın yolunu, Avrupa’daki gelişmeleri, yönetimden bilime, teknolojiden sanata, askeriyeden sivil hayata kadar her alanda benimsemekte görmüşlerdir. Osmanlı’daki ilk demokratikleşme çabaları da bu sürecin bir gereği olarak ortaya çıkmıştır. Demokratik ve sivil değerlerin benimsenmesinde devrim niteliğindeki adımlar olan 1839 Tanzimat Fermanı veya Gülhane Hattı Hümayunu, 1876’da açılan ilk parlamento hep Avrupai değerlerin, norm ve standartların medeniyete giden yolun köşe taşları olduğuna olan inancın semereleridir.

Çökmekte olan Osmanlı Devleti’nin, şaşırtıcı bir şekilde Avrupa’daki yenilikleri kendi topraklarına Cumhuriyet dönemindekinden çok daha hızlı taşıma, benimseme ve hayata geçirme azim ve istekliliğinde olduğunu da rahatlıkla görebiliyoruz. Mesela, Osmanlı’da telgraf, demiryolu, telefon ve elektriğin alınma ve benimsenme hızı, Cumhuriyet’in 30’lu yaşlarında televizyonun Türkiye’ye girmesi, benimsenmesi ve yaygınlaşması hızından çok daha yüksektir.

Osmanlı’nın çöküş sürecinde bile Batı ve Avrupa yöneliminden sapmama geleneğini Türkiye Cumhuriyeti de kuruluşundan itibaren benimsemiştir. Öyle ki, Avrupa’da neler oluyorsa, hangi sosyal veya siyasal cereyanlar öne çıkıyorsa Türkiye’de de bu sosyo-politik veya ekonomik cereyanların etkileri hemen hissedilmiştir. Elbette ki bunlar her zaman olumlu ve yapıcı yönde olmamıştır. Mesela, liberal kapitalist rüzgarların güçlü estiği yıllarda (ki bu dönem 1929 ekonomik bunalımına kadar sürmüştür) genç Cumhuriyet de serbest piyasa ekonomisine yönelmiş, bunun siyasi alandaki etkisi çoğulcu bir demokratik arayış olarak ortaya çıkmıştır. Ancak bu kıymetli arayış bir başarıya ulaştırılamamıştır. İtalya, İspanya ve Almanya’da güç kazanan faşizm kadar, Rusya ve Doğu Avrupa’da zirve yapan sosyalizmin de Türkiye üzerinde ciddi etkileri olmuştur.

Avrupa’nın müspet gelişmelerinden etkilenen ve bunları model alan Türkiye, Avrupa’nın konjonktürel hastalıklarını taklit etmekten de geri durmamıştır. Kapitalizmin içine düştüğü bunalımdan kurtuluşu sola kaymakta görerek 1930’ların ilk yarısında devletçi sosyalist politikalara ve daha merkezi planlı bir ekonomiye sapan Türkiye, 1940’lara doğru faşist totaliter eğilimlerin güç kazandığı bir ülke haline gelmiştir.

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER, NATO VE AVRUPA EKONOMİK TOPLULUĞU…

2.Dünya Savaşı’ndan sonra ise Türkiye, kısa bir bocalamalar süreci sonrasında yerini ve menfaatlerini Batı Bloku’nda ve Batılı demokratik değerleri benimsemekte görmüştür. NATO üyeliği, Birleşmiş Milletler’de ve dünyayı ilgilendiren meselelerde hep Batı Bloku ile hareket etme eğilimi, kuruluşundan hemen sonra bugünkü Avrupa Birliği’nin (AB) öncülü olan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) dahil olma istekliliği Türkiye’nin taa binlerce yıl öncesinden atalarının el yordamıyla giriştiği Batı yöneliminin bir nevi devamı niteliğindedir.

Batı’ya ve Avrupa’ya yönelmek elbette ki lafla olmaz. Avrupa’yı Avrupa yapan değerleri benimsemeden Avrupa ve Batı yönelimli olmaktan da zaten bahsedilemez. Türk demokratikleşme tarihine baktığımızda, bu tarihin neredeyse tamamının Batılı değerlerle karşılaşma, tanışma, yüzleşme, benimseme ve bunları realize etme tarihinden ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Batı ile ilişkilerin sağlıklı bir zeminde ilerlediği dönemlerde Türk demokratikleşme süreci güç kazanmış, bu konuda farklı arayışların gündeme nüfuz ettiği dönemlerde ise demokratikleşme süreçleri kan ve güç kaybetmiştir.

Türklerin Avrupa yönelimini bu açıdan değerlendirdiğimizde Avrupa’yı Avrupa yapan demokratik norm ve standartları Türkiye’nin sadece basit birer stratejik tercih ya da jeopolitik bir mecburiyet olarak gördüğünü düşünmek yanlış olacaktır. Çünkü bu yönelimin güçlendiği dönemler, Türkiye’de temel insan hak ve özgürlüklerinin alanının genişlediği, hukuk devleti ilkesinin güç kazandığı, şeffaflık, hesap verebilirlik kriterlerinin güçlendiği ve insanların hayatını müspet yönde etkilediği dönemler olarak öne çıkmıştır.

BATI’DAN UZAKLAŞTIKÇA ARTAN KEYFİLİK VE DESPOTLUK

Tıpkı son yıllarda olduğu gibi, bunların tam tersine bir gidişatın baş gösterdiği dönemlerde ise tüm bu ilkeler, normlar ve standartlardan ciddi geriye gidişler yaşanmış ve insanlar bu geriye gidişlerin hayatlarına yansımalarından fevkalede mustarip olmuşlardır. Böyle dönemlerde keyfilik ve despotluk artmış; hak, hukuk ve özgürlük ihlalleri istisnai olmaktan çıkıp sistematik hale gelmiş; şeffaflığın ve hesap verebilirliğin yerini yolsuzluklar, rüşvetler, adam kayırmacılıklar, ayrımcılıklar ve nepotizm almıştır.

Her ne kadar Türkiye’nin stratejik yönelimi 1950’lerden başlayarak Batı ve Avrupa ile olan ittifak ilişkileriyle kurumsallaşmış olsa da, Türkiye’nin demokratikleşme serüvenindeki inişler ve çıkışlara paralel olarak Batı ittifakı içerisindeki konumunda da inişler ve çıkışlar gözlemlenmiştir. Demokratikleşmenin ve Batı ile ilişkilerin en sert şekilde sekteye uğradığı dönemleri hiç şüphesiz ki askeri darbe dönemleri oluşturmuştur. 1960, 1970, 1980, 1997 yıllarındaki doğrudan ya da dolaylı askeri müdahaleler Türk demokratikleşme sürecine vurduğu darbeler ölçüsünde demokratik değerler çerçevesinde şekillenen Batı ve Avrupa ile olan ilişkileri de zehirlemiştir.

Bunun tam tersine, demokrasi ve hukuk devletinin, insan hakları ve bireysel özgürlüklerin güç kazandığı dönemler Avrupa ülkeleri ile ikili ilişkilerin yanı sıra BM, Avrupa Konseyi ve NATO gibi uluslararası örgütlerle olan ilişkilerin de güç kazandığı yıllara tekabül etmiştir. Son olarak, 2002 yılında iktidara gelen Erdoğan liderliğindeki AKP’nin ilk iki iktidar döneminde demokratikleşme, insan hakları, bireysel özgürlükler ve hukuk devletini güçlendirme yönünde attığı her adım ve doğru yönde gerçekleştirdiği reformlar Türkiye’yi başta AB olmak üzere Batılı örgütlere daha da yaklaştırmış, demokratik norm ve değerlerin Türkiye’de daha yaygın bir şekilde karşılık bulmasının zeminini güçlendirmiştir.

ERDOĞAN, KESKİN BİR U DÖNÜŞÜ İLE TAM TERSİ BİR İSTİKAMETE YÖNELDİ

Ancak, maalesef, ilk iki iktidar döneminde Türkiye’yi AB ile üyelik müzakereleri başlatma noktasına taşıyacak reformları cesurca gerçekleştiren AKP, (siyasal İslamcı fabrika ayarlarına dönmek suretiyle) mutlak iktidarını kurmasının önünde hiçbir engel görmemeye başladığı 2011 seçimlerinden itibaren bambaşka ve ilk iki dönemdekinin tam tersine bir yola girmiştir.

Son birkaç yıldır (15 Temmuz 2016 çakma askeri darbe sonrası yaşanan zulümler cabası) demokratik değerlere saygısızlığıyla şöhret yapan, kişi hak ve özgürlüklerini ancak kendi keyfinin istediği kadarını millete bahşedebileceği bir lütuf olarak gören, güçler ayrılığı sistemini tarumar ederek demokratik kontrol ve denge mekanizmasını tamamen imha eden, çıkardığı yasalar ve gittikçe şiddeti artan anti-demokratik eylemleriyle basın ve ifade özgürlüğünün tabutuna son çivileri çakmakla meşgul olan Erdoğan’ın diktatoryal hevesleri ve doymak bilmez ihtirasları yüzünden bugün Türkiye, demokratikleşme serüveninden ve doğal olarak Batı ve Avrupa yöneliminden keskin bir U dönüşü yaparak tam tersi bir istikamete yönelmiştir…

Hukuktan, demokrasinin değer ve normlarından, şeffaflık ve hesap verebilirlik kıstaslarından uzaklaştığı ölçüde normal şartlarda suç olan ne varsa yapmaya başlayan Erdoğan ve çevresindeki oligarşik dar kadro maalesef Türk ekonomisindeki özerk kuruluşlar başta olmak üzere devletin işleyen tüm demokratik anayasal kurum ve organlarını despotik talimatlarıyla yönlendirebilecekleri bir hale getirmişlerdir. Bu durumun verdiği güç algısı ve özgüvenle şeffaf ve sorumlu bir demokratik yönetimin asla birlikte anılmak istemeyeceği şüpheli örgütler, terör yapılanmaları ve şiddete eğilimli gruplarla niteliği tam netlik kazanmayan, ama gün geçtikçe var olan şüpheleri artıran, netameli ve karanlık ilişkilere girmişlerdir.

Türkiye ekonomisini mafyatik bir mantıkla yönetmeye, şehirlerin ve ülkenin imkanlarını, çevre ve halkın duyarlılıklarının ve menfaatlerinin hilafına yandaş işadamlarına peşkeş çeken Erdoğan ve adamları, gerek ulusal, gerekse uluslararası hukuk açısından suç teşkil eden büyük bir batağa saplanmış durumdadırlar.

SUÇLARI, KİRLİ İLİŞKİLERİ PERDELEMEK İÇİN İCAT EDİLEN “FETÖ” SAFSATASI

Uluslararası yaptırımlar altında olduğu dönemde Türkiye’yi İran’ın, uluslararası finans sistemi açısından en iyimser tanımlamayla yarı legal veya gri para diyebileceğimiz, on milyarlarca euroluk enerji parasını aklayan bir ülke haline getirmesi bile Erdoğan ve çevresindekilerin başını uzun süre ağrıtmaya yetecek suç ve usulsüzlüklerle doludur. Yine el-Kaide ve uzantısı niteliğinde olan radikal terör örgütleri, IŞİD ve benzeri yapılarla sorunlu ilişkileri Erdoğan ve çevresindeki dar oligarşik kadronun uluslararası hukuk karşısında uykularını kaçırmaya başlamış durumdadır.

Sadece 17/25 Aralık 2013 operasyonlarıyla ortaya saçılan yolsuzluk, rüşvet ve kara para aklama kanıtları Erdoğan rejiminin önde gelenlerinin kabuslar görmesine yetecek ciddiyet ve miktardadır. Ortalığa saçılan yolsuzlukları, rüşvetleri ve karanlık ilişkilerini perdelemek üzere icat ettiği ‘paralel devlet’ (daha sonra ‘FETÖ’ye dönüşmüştür) safsatasını kullanarak ve elinde bulundurduğu onlarca gazete ve televizyon kanalı üzerinden bunun propagandasını kesintisiz yaparak Erdoğan, sistematik bir şekilde eskiden bildiğimize pek benzemeyen yeni bir rejim kurmakla meşgul durumdadır.

Elbette ki, bu rejimin en temel hedefi ve önceliği Erdoğan ve çevresindekilerin bugüne kadar işlemiş oldukları vahim suç ve günahları suç ve günah olmaktan çıkarmaktır. Bu amaçla yargı tamamen Erdoğan’a bağlanmış durumda, yasama tamamen kontrolünde, yürütme yani Davutoğlu hükümeti ancak sefil bir kukla niteliğinde, medyanın özgür ve bağımsız kalmakta direnen ufacık bir kısmı ise sürekli baskı ve tehditler altındadır. (Bugün bunların bile yerinde yeller esiyor.)

Bugün Erdoğan öyle bir noktaya varmıştır ki Türkiye’de evrensel hukuktan ilham alan yerel hukukun en küçük bir kırıntısına bile tahammül edemeyecek durumdadır. Kendisini ve çevresindekileri işledikleri suçlardan kurtarabilmek için tam bir despot olmak ve tam bir diktatörlük kurmak zorundadır… (O gün zorunda olduğunu söylediğimiz şey bugün fazlasıyla gerçekleşmiştir.)

ERDOĞAN, TÜRKİYE’Yİ MEDENİ DÜNYADAN KOPARMAYA MECBUR

Bununla birlikte Erdoğan ve çevresindeki oligarşik çetenin ihtiyacı bunlarla da bitmiyor. İslam dünyasının ve bölgenin muktedir lideri olma ihtirasıyla özellikle Suriye’de ve Irak’ta IŞİD, el-Kaide ve benzeri radikal örgütlerle içeriği tam belli olmayan karanlık ilişkilerinden dolayı Erdoğan ve çevresindeki çete uluslararası hukuktan da ciddi endişe ediyor. Bu yüzden de Türkiye’yi uluslararası toplumdan, özellikle demokratik medeni dünyadan koparmaya, ülkeyi demokratik dünyadan izole ederek içine kapamaya, Kuzey Kore kadar olmasa bile Özbekistan gibi despotik bir ülke haline getirmeye de ihtiyaç duyuyor. Pek çok alanda suçüstü yakalanarak kirli yakasını ele veren Erdoğan ve çetesinin despot olmaya ve dünyaya kapalı bir diktatorya kurmaya ihtiyacı var ve biz demokratlar bu ihtiyacı anlamak zorundayız. Anlamak zorunda olmamız elbette ki bu felakete anlayış göstereceğimiz anlamına gelmiyor.

Giderek tam teşekküllü bir Erdoğan rejimine dönüşme tehdidi altında bulunan Türkiye, maalesef Batı ve Batılı kurumlarla onlarca yıllık ilişkiler sistematiğinin sonuna da hızla yaklaşıyor. Zaten Erdoğan ve adamları, çoktandır AB, NATO ve benzeri Batılı demokrasileri güvenli siyasi müttefiklik çerçevesinde dayanışma içerisinde tutan örgütlerin alternatiflerini aramakla meşgul. İran’la birlikte İslam dünyasında bir stratejik birliktelik kurmaktan Hilafet kurumunu kendi uhdesinde yeniden canlandırmaya, alay konusu olan tiyatral şovlarla Osmanlı ruhunu çağırmaya varıncaya kadar birçok nafile hamlede bulunuyor.

Öte yandan, Rusya ve Çin’in gönülsüzlüklerini defaatle açıktan dile getirmelerine rağmen, Erdoğan’ın Şangay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) bir şekilde dahil olma ve Avrasyacılık/(Avrusyacılık) idealine dümen kırma heves ve teşebbüsleri de gözlerden kaçmıyor. NATO müttefiki bir ülke olduğu halde Türkiye’nin Çin’den 3 milyar dolarlık füze alımını (şimdi Rusya ile S-400 füze alımı konusunda olduğu gibi) masada tutması da aynı bağlamdaki stratejik sapmaların bir işareti olarak değerlendirilebilir.

KABAHATLER ÇUKURUNDA OLMASINI SORUN ETMEYECEK BİR İTTİFAK İHTİYACI

Temelsiz bir özgüven ifadesi ve tamamen boş bir retorikten ibaret olan ‘Büyük Güç’, ‘Büyük Türkiye’ söylemlerine bir gerçeklik kazandırmak için Erdoğan’ın AB başta olmak, NATO, IMF ve benzeri kurumlar dahil olmak üzere, Batılı demokratik kurumları sürekli hedef alarak aşağılamasını da yeni yöneliminin ve Türkiye’ye yaşatmaya gayret ettiği eksen kaymasının bir tezahürü olarak okumak gerekiyor. Aynı Erdoğan’ın, içine gömüldüğü kabahatler çukurunda olmasını sorun etmeyecek bir ittifak olarak gördüğü Şangay İşbirliği Örgütü’ne ve bu örgütün üyelerine fırsat buldukça övgüler dizmesi ve birçok ekonomik imtiyazda bu ülkelere öncelik vermesini de aynı bağlamda değerlendirmek icap ediyor.

Avrupa’yı Avrupa yapan norm ve ilkelerden uzaklaştığı oranda Türkiye’nin, Avrupa ve Batı’nın kurumsal işbirliği mekanizmalarıyla arasındaki mesafenin ve hatta Avrupa’ya yönelik husumetinin artmasını beklemek temelsiz bir kehanet olmayacaktır. Erdoğan ve çevresindekilerin topluma aşılamaya çalıştığı radikal İslamcılık kesinlikle böyle bir tehlikeyi vaat ediyor.

Maalesef tam teşekkülü bir Erdoğan diktası yönünde ilerleyen sözde ‘Yeni Türkiye’, demokratik ve medeni değerleriyle anılan bir ülke olmaktan hızla çıkıp yeniden sadece coğrafi konumuyla ve jeopolitik önemi kadar değer atfedilen bir ülke haline geliyor. Bu tehlikeli süreçle, bir zamanlar AB’nin demokratik ve özgürlükçü değerlerini İslam dünyasına taşıyan ve bu yönüyle çok geniş bir coğrafyada ilham kaynağı olan bir ülke olmaktan tamamen çıkan Erdoğan rejimi, AB değerleriyle çatışmakla kalmayıp bu değerlerle en ön safta savaşan bir cephe ülkesi olma riskine doğru hızla savruluyor…

Belki sizlere abartı gibi gelecek ama karşı karşıya olduğumuz vahim durum, Türklerin genetik kodlarına işlemiş olan binlerce yıllık geleneksel ve fıtri Batı yöneliminin ilk kez yön değiştirme riskidir. Soru şu: Bu riskle yüzleşmeye hazır mıyız? Ya da Hazır mısınız?..”

DEMOKRASİ VE HUKUKTAN KOPMUŞ TÜRKİYE’DEN ORTAK DEĞİL, TEHDİT OLUR

Evet, bundan neredeyse 3 yıl önce yaptığımız değerlendirme bu. Buna ister bir siyasi analiz deyin, ister öngörü, isterseniz kehanet. Farketmez… Şurası bir gerçek ki, harami despot Erdoğan, Türkiye’yi bugün, 3 yıl önce endişe ettiğimizden bile çok daha berbat bir yere taşıdı. Sorun şu ki, pazar potansiyeli, jeo-politik konumu vs gibi sebeplerle Türkiye’yi her halükarda bir ortak olarak görmeye çabalayan bazı Batılı çevreler bu vahim durumu hala anlamak istemiyor ya da buz gibi bu gerçeği kabul etmekte zorluk çekiyor.

Oysa herkesin unutmaması gereken noktayı, ancak insan haklarına saygılı, evrensel insani değerleri içselleştirmiş, medeni, özgürlükçü demokratik hukuk devleti olan bir Türkiye’nin Batı’ya ortak olabileceği oluşturuyor. En temel insan hak ve özgürlüklerine saygıdan, şeffaflıktan, hesap verebilirlikten, çoğulculuktan, demokrasiden ve hukuktan tamamen saparak bugün kelimenin tam anlamıyla despotik bir tek adam rejimine dönüşmüş Türkiye’den Batı’ya ortak değil, olsa olsa bir tehdit olur sadece. Halihazırda olan da budur zaten.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin