Erdoğan ‘başyüceliği’ ve devletin kutsiyeti doktrini

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Türkiye’de insan hak ve özgürlüklerinin yerleşememesinin, demokrasinin daima seçimler olarak anlaşılmasının temel nedenlerinden biri, pro-faşizan ve korporatist bir anlayışın hücresel seviyelere kadar siyasete, bürokrasiye ve askeriyeye sızmış ve yerleşmiş olmasıdır. İttihat ve Terakki’den bu yana, toplum mühendisliği yaklaşımlarının temelini pro-faşist korporatizm oluşturuyor Türkiye’de. Evet, bu bir sızmadır, çünkü tıpkı suya sızan bir tür zehir gibi, suyun su olmasını değiştirmeden onu etkisi altına alıyor. Sızdığı yapı, sızmanın farkına varmasa da artık o eski ve orijinal yapı değildir artık. Bu nedenle, korporatizmin izlerini Türkiye’de tüm siyasi ideolojilerde ve yönelimlerde bulmak mümkündür. İslamcılık da buna dâhildir.

İslam toplumlarında dönüşüm (transformasyon) gerekliliği düşüncesi yeni bir şey değil. On sekizinci asırdan bu yana Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi kuvvetini oluşturduğu İslam dünyasında, Batılı güçlerden geri kalmanın etkisiyle yenileşme hareketlerine gerek duyuldu siyasi kadrolarca. Teknik konularda çok can sıkıcı ve zorlayıcı olmasa da, bu reform süreci ister istemez toplumsal alanlarda da değişimleri zorunlu kıldı. İşte dönüşümün toplumsal alana kaymasıyla beraber, nasıl bir toplum sorusu öne çıktı. Çıktığı gibi, toplumu da böldü ve ideolojik gruplaşmalara neden oldu. Bugün Türkiye’de yaşanan kutuplaşmanın temellerini bu gruplaşma oluşturuyor. Herkesin kafasında ideal – olması, yani gerçekleştirilmesi gereken – bir toplum modeli var. Ancak hepsinin nüvesini ve ortak noktasını korporatist ve pro-faşist tutum oluşturmakta. Her biri, diğerlerinin tasfiyesi üzerine bir gelecek kurgusu yapıyor. Asgari müştereklerde bile bir uzlaşı söz konusu değil.

FAŞİZMİ DOĞURAN TEMEL DİNAMİK

Korporatist ve pro-faşist nüvenin temeli, anti-liberalizmdir. Bunu anlamak için liberalizmin temel felsefesini bilmek gerekir. Bahsettiğim liberalizm, özellikle siyasal liberalizmdir. Yani ekonomik liberalizm doktrini ikinci plana alıyorum ve bireysel özgürlükleri ön plana çıkartıyorum. Bu bakımdan konuya yaklaştığımızda görünen manzara şudur: Türkiye’de bireysel özgürlüklerle sorunu olmayan bir dünya görüşü yoktur. Bir başka ifadeyle, devleti değil bireyi ve onun haklarını önceleyen, yürütme, yasama ve yargı erklerini birbirinden ayıran, anayasal liberal bir düzen kuran, vatandaşların eşitliğini sağlayan, kozmopolitanlığı kabullenen (yani bireylerin birbirinden farklı olabilmelerine tolerans gösteren), seküler ve dayatmacı olmayan bir toplum modeli kabul görmüyor. Devlet otoritesiyle birey arasındaki ilişkide açıkça bireyden yana pozisyon alan bir anlayış Türkiye’de yerleşemedi. Bunun yerine, devletin bireye karşı öncelendiği, güçlü devleti özgürlüklerden daha önemli gören, bu devleti ele geçirerek toplumu kendi tasavvurlarına göre tasarımlamak isteyen politik güçler Türk siyasal sistemine yerleşti.

Bu açıdan CHP ile Demokrat Parti geleneği (Adalet Partisi, Anavatan, Doğru Yol vs.) arasında fark olmadığı gibi, Milliyetçi-Turancı gelenekle (Milliyetçi Hareket Partisi ve türevleri) İslamcı-Mukaddesatçı gelenek, diğer adıyla İslamcılık (Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi vs.) arasında da fark bulunmamaktadır. Bu siyasi hareketlerin her biri, korporatist ve pro-faşist gelenekten geliyorlar ve liberal değerleri dışlıyorlar. İttihat ve Terakki’den beri çok partili Türk demokrasisinin liberal anayasal bir demokrasiye evrilememesinin ana nedeni budur. Bu sebepten dolayıdır ki, aralarındaki tüm ideolojik farklılıklara karşın hiçbir parti, bugün içinde bulunduğumuz dönemin özgürlüklerle olan meselesini önemsemiyor. Onların her birine göre bir toplumsal muhalefetin tasfiye edilmesi normal prosedürdür çünkü. Dahası, her biri bunu bir hak olarak ele alıyor. Yani bugün onlar, yarın biz diye algılıyorlar olan-biten nobran İslamo-faşizmi. Tümünün ana kucağıdır pro-faşist korporatizm.

DEVLETİN YÜCELTİLMESİNİ ESAS ALAN ZİHNİYET

Korporatizm, devletin sosyal hayatı düzenlemesini öngörür. Devletin yüceltilmesi esastır. Tabi bunun için anakronist bir tarih anlayışı ile algılanır tarih. Bu açıdan tarihin ana görevi, içindeki bazı fragmentlerin cımbızlanarak seçilmesi ve devletin kutsanmasında kullanılmasıdır. Devlet soyut bir kavramdır ve kutsallaştırılan esasında devleti yöneten gruptur. Bir başka ifadeyle, bu kutsanmış devlet üzerinden iktidardakilerin meşruiyeti üretilir ve yeniden üretilir. Döngü böyle gider durur. Kutsallık atfedilen devlette sınıfsal farklılıklar, bireysel hak ve özgürlükler, etnik meseleler önemsizleştirilir ve değersizleştirilir. Zira esas olan devletin büyüklüğü, güçlülüğü, devletin menfaatleridir. Mutluluk vaadi asla bugüne yönelik değil, belirsiz bir geleceğe yönelik olarak tasavvur edilir ve paketlenerek halka servis edilir. Fedakârlık kültü üretilir. “Varlığım varlığına armağan olsun” diye içilen anttan da anlaşılacağı üzere, birey bu tür rejimlerde devlete (milletin yansıması olarak pazarlanan kutsallığa) kurban olur ve bu “zayiat” normal kabul edilir. Kitlesel kıyımlarda ölen insanlar, rejimin dilinde “telef olmuşlardır”. Bir nevi hayvanlara yönelik kullanılan dil kullanılarak, kitlesel kıyımın meşruiyetine hizmet edilir. Tıpkı 1915 soykırımında katledilen Ermenilerden bahsederken filanca sayıda Ermeni “telef oldu” diye yazan resmi tarih kitaplarında yapıldığı gibi.

Pro-faşist ve korporatist devlet geleneği, demokratik seçimler olarak algıladığı demokrasiyi bile oyunun kurallarına göre oynayamaz. Yeri geldiğinde “kutsal devlet” için seçimle işbaşına gelen siyasi karar alıcılar ve yöneticiler cebirle ve şiddetle görevden alınabilir. Buna sistem “devrim” der. Darbeleri böyle meşrulaştırır, hatta başbakan ve bakanları idam eder, tıpkı Adnan Menderes ve idam edilen bakanlar örneğinde olduğu gibi. İşin enteresan kısmı, buna şiddetle karşı çıkan siyasi gruplar bile, bu karşı çıkışı, bu yaşanan dram sadece kendilerine yakın birilerinin başına geldiği için yapar. Yoksa demokratik değerler ile olan çelişki ve hukuksuzluk nedeniyle ilkesel gerekçelerle değil. Böylelikle kendileri için de muhalifleriyle bu yolla hesaplaşmak ihtimalinden imtina etmemiş olurlar. Zira düşmanlarıyla ruh ikizidirler. Onlarla yöntemler konusunda inanılmaz bir uzlaşı bulunmaktadır. Bugün hapse atılan Kürt milletvekilleri, milletvekilliği düşürülen vekiller, görevden alınarak yerlerine kayyum atanan belediye başkanları ve yerel temsilciler – bunları bugün fütursuzca yapan, yıllarca Menderes’lerin idamı konusunu namus meselesi yaptığını söyleyen Süleyman Soylu’nun içişleri bakanlığı döneminde gerçekleşiyor. Tek başına bu kaygı verici ironi dahi, bu yazının konusu olan tezi doğrulamaktadır kanısındayım. Türkiye’de insan hak ve özgürlüklerine dayalı liberal bir anayasal demokrasi kurulamamasının sebebi, hücresel seviyelerde Türkiye siyasetine sinmiş olan bu pro-faşist korporatist tutumdur.

BAŞYÜCELİK DEVLETİ VE DEVLETÇİLİK

İslamcılar da bu gelenekten geliyor. İslam dininin demokrasiyle sorunlu bir sosyolojisi olduğu ampirik gerçekliğini bir kenara bırakacak olsak bile, tek başına bu korporatist pro-faşist “devletlu” duruş, daima devletin yanında yer almak, devletin yüceltmek ve bireyi (haydi İslami literatürü kullanalım: kulu) Allah’ın yeryüzüne yansıyan iradesi olarak meşrulaştırılan yöneticiler karşısında değersizleştirmek, çok yaygın bir yaklaşım. Dahası bugünkü Erdoğancı kült (tıpkı 1930’larda Atatürk için oluşturulanı gibi) güçlü devlet sembolizmi üzerinden yapılıyor. “Şanlı Osmanlı geçmişi” üzerinden tahrif ve manipüle edilmiş bir tarih üzerinden iktidar meşruiyeti devşiriliyor. Üç Paşalar, Atatürk, İnönü, Karaoğlan Ecevit, “Mücahit” Erbakan gibi sayısız tarihsel siyasi figürle doludur modern Türkiye tarihi. Her biri idealize edilmiş, gerçek tarihsel bağlamından kopartılmış, adeta devletleştirilmiş ve devletin kutsallığına insan özelliklerini kurban vermiş siyasetçi profilleri. Rakiplerine (düşmanlarına) yaşadıkları dönemde daha büyük zararı öldüklerinde verebilme potansiyeline sahip bir patolojik sosyoloji ve politika mirasıdır söz konusu olan.

Erdoğan kültünün Ziya Gökalp’i Necip Fazıl Kısakürek ne diyor? “Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlik… Halis hürriyeti Hakka kölelikte bulan bir gençlik…”. “Başyücelik Devleti’ni” kuracak olan gençlik budur. 1950 ve 60’larda anlattığı (siyaset teorisi bakımından son derece sığ) kuramlarında göreve gelecek “Başyücelik Devleti” yöneticilerinin en iyiyi düşünüp yapan insanlardan oluşacağını anlatmaktadır. 12 yaşındaki kızımın bile “ama kim karar verecek en iyi nedir, kime göre en iyi” gibi sorularıyla bile çökertilebilmesi çok kolay olan bu naif ütopya, Erdoğan, Gül, Arınç gibi Milli Selamet geleneğinden gelen ağır top AKP kurmayları için dayanılmaz bir çekim gücüne sahip olmuştur. Özü itibarıyla Kısakürekçi devlet modeli itibariyle, anti tezi olması iddiasına karşın Kemalizm’in kötü bir kopyası olmaktan öte bir şey olamamış, bariz bir pro-faşist korporatizmdir. İslamcı elitist bir yönetim modelidir. Adı konmamış bir monarşidir. “Başyüce” yetkileri açısından bu sistemin duçesi, führeridir. “Devlet-i ebet müddet” idealize edilişi üzerinden anti-bireyci, devleti kutsayıcı, hak gasplarını normalleştirici, ahlakı izafileştirme enstrümanına dahi sahip, “Allah’ın dünya üzerindeki gölgesi” kutsiyetine bürünmüş bir lider kültü oluşturan pro-faşist İslamcılık, İttihat ve Terakki devlet geleneğinin ürünüdür.

Bu benzerliklerden dolayı, Erdoğancıların devletle füzyonu sorunsuz oluyor. Devlet kutsaldır bu topraklarda. Devleti dönüştürmek için yola çıkanlar bile esasında kendileri dönüşen taraf olur. Devlet, devletleştirir. Gövdesinin dışında, göremediğimiz kökler, çok derinlerde, gidişatı, akıntının ana doğrultusunu belirler. “Varlığını varlığına armağan ederken” çoğunlukla bunun farkına varmazsın bile. Kodlar sana ezberletmiştir, sana olması gereken davranış kalıbını vermiştir. Birey olamayanların bu hipnozdan kurtulmaları kolay olmaz. Çok az birey olabilen var Türkiye toplumunda. Devletin “baba” olduğu ataerkil topraklarda, devletin kutsiyetine övgünün tarihi birkaç yüzyılla sınırlı da değildir zaten. Ben bu yazıda buzdağının görünen kısmını ele aldım. Ama Buzdağının derinliği ne olursa olsun, onu oluşturan iki hidrojen ve bir oksijen atomudur. Bugünkü Türkiye toplumunun faşizmle serüveni yeni değil. Bugün yaşanan sürecin ideolojik arka planı, salt Erdoğan ve AKP ile alakalı değil. Bugünkü nomenklaturanın derin yapılarla bir kan uyuşmazlığı yok. Onların tabanlarını birleştiren kutsal devlete övgüden başka bir şey değil. Demokrasinin temelleri anayasal bireysel hak ve özgürlüklerden geçiyor. Maalesef bu kavramların yolu bizim topraklardan geçmiyor.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Bence gayet güzel ve seviyeli olmuş. Dediğiniz gibi herkese açık bir platform okumak isteyen okur ağır ve anlaşılmaz bulan okumaz.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin