Emile Zola’dan Ahmet Altan’a

YORUM | AZİZ KÂMİL CAN

Bir süre önce Altan kardeşlerin de yer aldığı davada üç yazar ile üç gazeteciye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi. Eski kanunun tanımıyla idam kararı! 15 Temmuz askeri darbe teşebbüsüne iştirak etmiş olmaktan verildi bu ceza. Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre verilebilecek en ağır ceza olan bu kararı, BM ve AGİT temsilcileri “özgürce konuşma ve düşünmeye eşi benzeri görülmeyen bir saldırı” olarak nitelendirdi.

Mahkeme, her ne kadar sanıkları hükümete “darbe” yapmakla suçlamış olsa da, yakın zaman önce Mehmet Altan için AYM tarafından verilen “hak ihlali” ve ilgili mahkemece verilen “direnme” kararlarından durumun böyle olmadığı anlaşılmıştı. AYM, bu mahkemeye, dosya kapsamında sanığın, “tutuklu yargılanmasına dahi yetecek tek somut delil bulunmadığını”, tutukluluk durumunun Anayasal bir hak ihlali olduğunu kesin olarak belirtmişti. Yerel mahkeme ise, Anayasamıza göre itirazı ya da direnilmesi mümkün olmayan AYM kararına uymamış, gerekçe olarak ise, “elimde birçok delil var ama bunları sana gösteremem” demişti.

Bu trajikomik gerekçe (!) karşısında AİHM eski yargıçlarından Rıza Türmen şu tespiti yapmıştı; “AYM’nin dosyayı bilmediği yönünde gerekçe son derece saçma bir argümandır. Avrupa Konseyi’nde AİHM’e taraf 47 ülke var. Hiçbir devlette hakimler ‘delilleri gizli tutuyorum’ dememiştir. Delilleri açıklamazsa, ortadaki delillere göre, ona göre değerlendirme yapar. AİHM de buna göre değerlendirme yapacaktır. Açıklayamıyorsan, öyle bir delil yok demektir.”

Nitekim Rıza Türmen haklı çıktı ve AİHM, Şubat ayında bu hukuksuzluğu görüşerek, anılan davalar nedeniyle Türkiye’yi mahkûm etti. Kararın 20 Mart’ta açıklanması bekleniyor. Bakalım bundan sonra yürütmenin memuru olan yargı ne yapacak.

TÜRK YARGISI SUÇ İŞLİYOR

AİHM yaklaşımına rağmen hükümet ve bizzat yargı tarafından işlenen anayasal suç, son mahkumiyet karar ile bir adım daha ileriye taşınmış oldu. Peki bir hukuk sistemi içinde bulunan, adaleti sağlamak ve sahibine hakkı teslim etmekle mesul olan hakim ve savcıları bu aymazlığa taşıyan motivasyon ne olabilir?

Ahmet Altan’ın avukatlarından Ergin Cirmen, bu soruya şöyle bir yanıt veriyor: “Türkiye’de yargı, siyasi iktidarın bir bürosu haline gelmiş durumdadır… Ben yıllardan beri avukatlık yapıyorum, Türkiye’nin en sorunlu dönemlerinde de avukatlık yaptım ama bu dönem ayrı bir şekilde gidiyor. Biz hep ifade özgürlüğü kısıtlanıyor falan diyorduk ama şimdi niyet ve kişilikler yargılanıyor… Hep bilinen şahsiyetler olduğu için Altanlar ve Ilıcak deniyor ama bir de bilinmeyen,  Zaman gazetesinden 3 gazete çalışanı daha var, yani tam bir kıyım yaptı mahkeme, ‘düşman hukuku’ uyguladı, bunun adı budur.”

Eski kanun mantığı ile idama karar verilen bu davada, yaşamın kendilerine lüks görüldüğü bu kişilerin tek bir ortak paydası bulunuyor; Erdoğan muhalifi olmak veya muhalif bir gazetede çalışmak!

İNSAN OLMA SORUMLULUĞU

İçinde bulunduğumuz bu karmaşayı ve sebeplerini anlayabilmek için, davanın sanıklarından Ahmet Altan’ın savunmasından bazı bölümlere yer vermeden önce, bu fikir insanına benzer şekilde, 100 yıl önce çağın faşistlerine seslenmiş Emile Zola’nın ünlü makalesinden bir paragrafla başlayalım. Zola, sırf ırkı nedeniyle “cadı”laştırılan ve cezalandırılmak istenilen Yahudi bir askere sahip çıkmış ve açık hukuksuzluk karşısında, bir aydın ve “insan olma” sorumluluğuyla korkusuzca kükremiş ve çağın muktedirlerine şunları söylemişti:

“Konuşmak ödevimdir, suç ortağı olmak istemiyorum. Yoksa gecelerim, uzakta, işlemediği bir suçtan ötürü işkencelerin en korkuncunu çeken suçsuz bir insanın görüntüsünden kurtulamaz. Bu iddianame üzerine bir ceza verilmiş olması, adaletsizliğin mucizesidir! Hiçbir namuslu insanın bu suçlamayı, yüreği isyan etmeden okuyabileceğine inanmıyorum! Durum meydanda! Bu kişinin cezalandırılmasını isteyenler, onun suçsuz olduğunu biliyorlar! Öyle olduğu halde bu tüyler ürpertici gerçeği kendilerine saklıyorlar! Ve bu adamlar, geceleri gene de rahat uyuyabiliyorlar!

Ahmet Altan da, ezberleri altüst eden savunmasına “hukuk” tanımıyla başlıyordu: “Hukuk, insanlığın yaratılışından bu yana insanların birbirlerine çektirdikleri acıların demir gürzüyle biçimlenmiş bir değerler bütünüdür. Yapılan her haksızlık onu biraz daha güçlendirip, biraz daha büyütür. Her haksızlıkla hukukun önemi ve gerekliliği biraz daha iyi anlaşılır. Her haksızlık çekicinin vuruşu hukuku biraz daha keskin ve belirgin çizgilerle biçimlendirir ama bu çekiç hukuku kıramaz, bozamaz, hiçbir parçasını koparamaz. Her zorba, her zalim, her diktatör hukuku öldürmek ister ama hiçbirinin gücü buna yetmez.”

Böylesine üst ve yüce bir değer olan hukukun uygulama safhasına geçmesi ve onu bekleyen tehlikeyi Altan şöyle anlatıyordu: “Hukuku, bulunduğu yüce zirvelerden alıp topluma taşıyacak olan yargıdır. Sağlam zırhlarla kuşanmış yargı, parlak ve güçlü kanatlarıyla hukuk tanrısını topluma ulaştırır. Hukuk, yargı, adalet üçgeninde, bu kutsal zincirde vurulabilecek, yaralanabilecek, ölebilecek tek zayıf halka yargıdır. Bu yüzden her zorbanın, her diktatörün ilk hedefi yargı olur.”

“Bugün yaşadıklarımızı bu kadar iyi anlatan bir örnek zor bulunur. Bir zamanların ‘ahmaklığının’ şimdi ‘adalet’ sanıldığı bir ülkede yargılanıyoruz biz. Bir yargı vurulduysa, mutlaka ihanete uğramıştır. Hiçbir gerçek savcı, hiçbir gerçek yargıç, hiçbir gerçek hukukçu bu ihanete âlet olmaz” sözleriyle yargının iğfalinin ancak bu kutsal mesleğe “ihanet” ile olabileceğini savunan Altan, bu rejimde, siyasilerle yapılan kirli işbirliğine dikkat çekiyordu: “Bu savcılar için önemli olan gerçek sorumluları bulmak değil. Onların görevi gerçek sorumluları koruyup sorumlu olmayanları suçlayarak gerçekleri gözlerden saklamak. ‘Kanıta ihtiyaç yoktur, biz her istediğimizi müebbetle yargılayıp hapsederiz’ algısını topluma yayarak korkunun köklerini sulamak, dehşeti beslemek, Erdoğan’ın istediği baskı yönetiminin yolunu açmak.”

Siyasi bir hükümetin, iktidarda bulunduğu sırada başına gelebilecek en korkunç durumun, kendileri tarafından “lütuf” olarak kabul edilmesinin nedeni olarak da Altan, aynı kötü amaca işaret ediyordu: “Türkiye için bir trajedi, dışardan seyredenler için bir komedi olan bu tuhaflıkların iki önemli amacı bulunuyor. Birincisi, toplumda büyük bir şiddet ve korku yaratarak Erdoğan’a muhalefet etmeyi engellemek. İkincisi de 15 Temmuz’la ilgili ciddi soruların sorulmasını, kavram kargaşasıyla yaratılan bir sis perdesiyle önlemek. ‘Yargının ölümünü’ bütün dünyaya açıklayan, bütün dünyayı Türk yargısının cenaze törenine davet eden bu dava bile tek başına bir dikta rejimi oluşturmak için 15 Temmuz’un nasıl bir manivela gibi kullanıldığını kanıtlıyor.”

ÇOK GEÇ KALINACAKTIR…

Erdoğan’ı eleştirmenin tek başına terör örgütü propagandası sayıldığı ve tutuklama için gerekçe kabul edildiği günümüz Türkiye’sinde, uçuruma doğru hızla giden bu trenin nerede durabileceği ya da duramazsa bu hazin sonun ne kadarlık bir zararla sonuçlanacağını kesin olarak söylemek mümkün değil. Ancak, sadece bugünü kurtarma adına feda edilen değerlerin, bu alışverişi yapmakta beis görmeyenlere çıkaracağı faturanın kabarık olacağı ve bir şeyler için “çok geç” kalınacağı, tarih aynasına bakıp söyleyebilmek elbette mümkündür.

Yaşam çizgisini özgür, cesur ve onurlu bir ruh ile sürdüren Altan’ın yıllarca unutulmayacak savunmasının son cümleleriyle yazımızı bitirelim: “Tarihin bize gösterdiği bir gerçek var. Hangi zorba, haksız uygulamalarla muhaliflerini cezalandırdıysa, aynı cezalarla kendisi de karşılaşmıştır. Giyotine gönderen giyotine gitmiş, hapseden hapsedilmiş, sürgüne yollayan sürülmüştür. Zorbaların verdikleri cezalar, kendi kader haritalarında da ulaşılacak bir menzil olarak işaretlenmiştir…”

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Kahramanlık değil aradığımız sadece insanlık. İnsan ki önce kendi nevi olan insanla sonra da tüm kainatla barışık olsun. Bu barış olmazsa daha önceki dönemlerde olduğu gibi insan yine kaybedecek. Kazansa da kaybetse de bu savaş anlamsızdır. Tabiatla kavganın sonu bellidir.

    Ahmet Altan, Mehmet Altan ve diğer hakikat sözcüsü gazeteciler insan olmanın gereğini yaptılar. İnsan olmak kolay iş değildir. Bedel ödeyeceksin. Özellikle Allah’ın sana verdiği sınırlı ömürden ödeyeceksin bu ağır bedeli. Tarihe not düşmek için ise bilmiyorum ki hangi tarihe…

    İnsan olmak bir birikim ve tarihi bir değer olmalıdır ancak mağara devri anlayışına karşı kalem ve fikirle mücadele zaman zaman imkansız hale geliyor. Sonuçta mağara adamlarının kazanması imkansız onu biliyoruz ancak verdikleri tahribatın bedelini hep sonraki nesiller ödüyorlar.

    İki Dünya Savaşı bu anlayışsızlık, bu yobazlık ve bu açlığın ürünüdür. İnsan cesetleri üstünde kurmaya çalıştığımız zavallı medeniyetimiz belli sürelerde tahribat görmezse bir şeyler eksik kalıyor sanki…

    Her nesil kendi hikayesini yazar. Bize de bu yaşananlar düştü. Dünyamız ve ülkemiz adına kahtı rical yaşanırken insanlar medya (özellikle sosyal medya) tarafından uyuşturulmuş ve adeta bir matrix hayatına mahkum edilmiş vaziyetteler.

    Ahmet Altan ve diğerleri televizyondan canlı yayında darbe çağrısı yapmışlar öyle mi? Peki neden şahısları adına hiç tedbir almamışlar? Peki canlı yayını dinleyen yetkililer neden tedbir almamışlar? Peki halk neden anlamamış bu mesajları?

    Kara mizah çizgisini çoktan geçmiş kirli bir çark içindeyiz. Utanmazlığın, arsızlığın, hırsın ve yalancılığın birleştiği zaman ülkeye nasıl zarar verebileceğini hep beraber görüyoruz. Altan ülkeyi ve insanı iyi tanıdığı, iyi tahlil ettiği için rahat. Hikayenin gidişatından sonunu görmek çok zor değil. Bu zulmü yapanlar da insanı ve tarihi bilmemenin rahatlığı ile kendilerinden öncekiler gibi hata üstüne hata yaparak sonlarını hazırlıyorlar…

    Yiğit Tanrıkulu

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin