Ebu Talib Mahallesi [Harun Tokak-Hac Hatıraları-7]

Kâbe’de kıldığımız bir öğle namazı sonrası Hasan Abdullah’la birlikte Merve Kapısı’ndan çıkıyoruz. Harem-i Şerif’in serinliğinden sonra dışarda bunaltıcı bir sıcak karşılıyor bizi.

Şehir nefes almakta zorlanıyor.

Zemzem bidonlarının sıralandığı subaşları oğul vermiş arılar gibi insan kaynıyor. İnsanlar bardaklara ilk doldurdukları suyu içiyorlar, sonraki bardağı ise serinlemek için başlarına döküyorlar.

Havada binlerce, yüzbinlerce birbirine dolanmış ışık iplikçiği uçuşuyor. Diklemesine inen güneş ışıkları göz açtırmıyor, sersemletiyor.

Peygamberimizin doğduğu eve kadar geliyoruz.

Büyük mutluluklara ve büyük musibetlere muhatap olduğu, yüreğinde değişip duran mevsimlerden belli olan kutsal evin gözlerinde bin bir bahar ve hazan yer değiştirip duruyor.

ŞİB-İ EBİ TALİB

Bir zamanlar Müslümanlara o korkunç boykotun uygulandığı Ebu Talib Mahallesinin başlangıcı burası. Araplar, “Şib-i Ebi Talib” diyorlar.

O günlerde ülkemde yaşananlardan dolayı tecrit ve sürgün konusunda oldukça duyarlıyım. Tıpkı Hazreti Yusuf gibi kardeşlerinin ihanetine uğrayan, linç edilen, her türlü iftiraya maruz bırakılan, işsiz bırakılan, serveti elinden alınan, tutuklanan, bebekleri ile birlikte hapse atılan, en acımasız işkencelere maruz kalan yüz binlerce mağdur ve mazlum müminin yaşadıkları, ilk Müslümanların çektikleri işkence ve mahrumiyetleri hatırıma getiriyor.

Saçı sakalı ağarmış, doksanına dayanmış yaşlıların bileklerine vurulan kelepçeler, elleri ranzaya kelepçelendiği için dünyaya yeni getirdiği bebeğini kucağına alamayan, yavrusuna süt emziremediği için göğüsleri patlayacak hale gelen anneler, hücrede bir başına doğum yapan kadınlar, okulu ve öğrencisi elinden alınan öğretmenler; ışığı söndürülen okullar, yurtlar hayalleri yıkılan yığınlar yüreğimi yakıyor.

Ebu Kubeys Dağının eteklerindeki bu mahallede hala Ebu Tâlib’in yakarışları yankılanıyor:

“Allah’ım! Bize zulmedenlere, bizi insanlarla görüşmekten mahrum bırakanlara ve hakları olmadığı halde bize saldırıp haksızlık yapanlara karşı Sen bize yardım eyle!”

Sonsuz baharların uç verdiği kutlu evin gölgesine sığınıyor, hüzünlü sesini duymak için sessizliğe bürünüyoruz:

“Hazreti Ömer’in, canını almaya gittiği Peygamberde can bulmasından sonra müşrikler derin bir hüsrana kapıldılar ve yine Darü’n Nedve’de toplandılar. Darü’n Nedve, tarihinin en yoğun, en çaresiz toplantısına ev sahipliği yapıyordu.

Hayır, imkân yok! Alınan her karar, başvurulan her bitirme operasyonu Müslümanların yeni bir zaferi ile sonuçlanıyordu.  Sular hep Müslümanların gemisini yüzdürüyor gibiydi. Görünen ve görünmeyen yer altı ve yer üstü nehirleri İslam denizine boşalıyordu.

Müşrikler kendilerini iyiden iyiye mağdur ve mazlum hissetmeye başladılar. Hayatlarının ahengi bozulmuş, ağızlarının tadı kaçmıştı. Şimdiye kadar kullandıkları yöntemlerle Müslümanların üzerine gidemezlerdi artık. Zulümlerine bir son da veremezlerdi. Bu işin sonu nereye varacaktı?

Herkes burnundan soluyordu.

HER ALANDA BOYKOT

Yeni ve parlak bir fikre ihtiyaçları vardı.

Çok ateşli tartışmalar sonunda öldürücü bir darbenin kararını aldılar. Onları sadece Müslüman olduklarına değil doğduklarına pişman edeceklerdi.

Suskunluk, alay ve korkunç işkenceler döneminden sonra hepsinden daha soğukkanlı yeni bir işkence yöntemiydi bu: Abluka ve boykot…

İktisadi, sosyal, siyasi, ailevi, psikolojik… Her alanda boykot.

Yaklaşık kırk Kureyş lideri kararlaştırdıkları maddeleri, sözleşme şeklinde yazdırıp mühürlediler. Bu işe bir de kutsiyet vermek için beze sararak, bir yafta gibi, Kâbe’nin duvarına astılar. Bu kararlarına aykırı hiçbir harekette bulunmayacaklarına dair yeminler ettiler.

Öncelikle herkesten safını seçmesini istediler.

Hazreti Peygamber ve Onun yanında yer alan Müslümanlarla, Haşimoğulları ve Muttaliboğullarından Hazreti Peygamber’i himaye etmek isteyenleri düşman ilan ettiler.

Onları Mekke’nin kenarındaki Ebu Talib mahallesinde toplanmaya zorladılar.

Haşimoğullarından Ebû Leheb dışında herkes Hazreti Muhammed’in yanında yer aldı.

Anlaşma tüm şehre ilan edildi:

” Müslümanlara, onları himaye eden Haşim oğulları ve Muttaliboğullarına bir şey satılmayacak ve alınmayacak. Akrabalık ilişkileri dâhil her türlü ilişki kesilecek, kız alıp verilmeyecek. Bu maddeler bütün Hâşim oymağı Şi’b-i Ebi Talib’de mahvoluncaya dek sürecek”

Anlaşma, sadece Kâbe’nin duvarına değil, Efendimizin akrabalarının ve bir avuç Müslümanın boyunlarına asılmış bir yaftaydı. Çünkü toplu ölüm fermanından başka bir şey değildi.

Bütün Hâşim ve Muttaliboğulları, Mekke’de bulunan Müslümanlar Ebu Talib mahallesine göçe zorlandı. Evleri bu bölgede olmayanlar ikamet edebilmek için çadırlar kurdular. Allah’ın Rasulü de Merve’den buraya taşındı.

Ebu Talib kendisi Müslüman olmadığı halde Müslümanların başına geçti.

Kadın, yaşlı, hasta, çocuk demeden, akrabalık bağları hiçe sayılarak herkes bu toplama kampında yaşamaya mahkum edilmişti. Nereden su bulacaklar, nerede ihtiyaçlarını görecekler, nereden nasıl gıda tedarik ederek geçimlerini sağlayacaklardı?

Müşriklerin ani bir baskın ihtimaline karşı, Efendimizin evinin etrafında gece gündüz nöbet tutuluyordu.

Sürekli teyakkuz halindeydiler.

Yiğit amca Ebu Talib’in gayretleri görülmeye değerdi. Geceleri uyuyamıyor, Güllerin Efendisinin evinin etrafında dolaşıp duruyordu.

Bazı zamanlar Peygamberimizin yatağına çocuklarından veya amcaoğullarından birini yatırıyor, Ona kendi yatağını veriyordu.

Her an bir baskın, kanlı bir suikast olabilirdi.

Müşrikler, mahalleye açılan yol başlarına silahlı nöbetçiler koymuşlardı.  İnsan ve gıda girişleri engelleniyor, etrafta kuş uçurtulmuyordu.

Başta Ebu Cehil olmak üzere kentin ileri gelenleri, iki dağ arasındaki bu mahallenin giriş ve çıkışlarını kontrol altında tutuyorlardı. Bütün ikmal yolları kesilmişti.

Esnaf, Müslümanlara bir şey satmaya cesaret edemiyordu. Hazreti Hamza ve Hazreti Ömer gibi cesur kimselerin dışında, kimse çarşıya pazara çıkıp alışveriş yapamıyor, dışardan gelen tüccarların Müslümanlara mal satmalarına izin verilmiyordu.

Müslümanlar ancak haram ayların girdiği hac mevsiminde mahalle dışına çıkıp ihtiyaçlarını temin edebiliyordu. Hac mevsiminde bile azılı müşrikler köşe başlarını tutuyor, “Kim onlara bir şey satacak olursa malını yağma ederiz.” diyerek tüccarları korkutuyordu. Velid bin Muğire, “Onlardan herhangi bir kimsenin yiyecek aldığını görürseniz fiyatını yükseltin, onları borçlandırın.” diye nasihatlerde bulunuyordu.

Müslümanların yanlarında getirdikleri yiyecekler tükenmeye başladı. Ticaret yapamadıkları için servetler de eriyordu. Yakınları onlara yardım edemiyor, bir çimdik tuz, bir tas hurma bile veremiyordu.

“Bak başının çaresine!” denilerek bir sindirme, bir kök kazıma operasyonu yapılıyordu.

BİR NEVİ SOYKIRIM

İkinci yılın sonunda açlık had safhaya ulaşmıştı. Ebu Talib mahallesinde geceleri açlıktan ağlayan çocukların sesleri yankılanıyor, çocuklar ve yaşlılar bakımsızlıktan ölüyordu. Müslümanlar, ot ve ağaç yaprağı, ağaç kabuğu yemeğe başladılar.

Bu bir nevi soykırımdı.

Kendisine iman eden bir avuç insanın sararıp solan yüzleri, çöken avurtları, açlıktan saatlerce ağlayan, sonunda yorgun ve bitap bir halde susarak uykuya dalan çocukların çığlıkları, birer mızrak gibi gelip Efendimizin bağrına saplanıyordu.

Müşriklerin arasında bu zulüm ve işkenceden rahatsız olanlar da vardı. Zamanla bu kişiler memnuniyetsizliklerini açıkça dile getirmeye başladılar. Onlardan bir kısmı abluka altında tutulan yakınlarına birtakım ihtiyaçlarını gizlice ulaştırıyorlardı. Hâkim bin Hizam onların başında geliyordu. Halası Hazreti Hatice’ye yiyecek taşıyordu.

Allah Rasulünün akrabalarından Hişam Bin Amr’da geceleri devesine erzak yükleyerek abluka altında tutulan mazlumlara gönderiyordu. Hişam, mahalleye yaklaştığı zaman devesinin yularını çözüp, arkasına vurarak onu mahalleye doğru sürüyordu.

Müşriklerin gözcüleri birkaç defa Haşim’i yakaladılar. Bir gün onu iyice sıkıştırdıklarını gören Ebu Süfyan’ın sözleri vicdanın isyanıydı:

“Bırakın onu! Adam ailesine ve akrabalarına iyilik etmiş. Ben, Allah’a yemin ediyorum ki keşke biz de onun yaptığı gibi yapsaydık, ne güzel olurdu.” dedi.

Bu sıkıntılı günlerde Hazreti Hatice Annemiz, hem müminlere, hem de Efendimizi himaye eden akrabalarına bir nebze de olsa nefes alma fırsatı verenlerden biriydi. Elindeki imkânlar, boykotun değirmeninde öğütülse de varlıklı bir kadındı ve piyasayı biliyordu. Çoğu zaman yeğeni Hakim Bin Hizam’ı devreye sokuyor ve böylelikle olabildiğince açlara çare, açıklara da sütre oluyordu.

Yine böyle bir gün, Hâkim Bin Hizam, tedarik ettiği bir miktar buğdayı gece karanlığında gizlice halasına getiriyordu.

Ebu Cehil onu yakaladı ve yolunu kesti. Bu cehalet otoritesine, kendi başına bir fert nasıl karşı koyabilirdi? Kardeşi bile olsa, farklı bir sese ve davranışa tahammülü yoktu Ebu Cehil‘in:

“Haşimoğullarına yiyecek götürmek ha! Diye gürledi. “Yemin olsun ki, ne sen elimden kurtulabilirsin, ne de onlara yiyecek götürmene müsaade ederim. Göreceksin, seni Mekke’ye rezil edeceğim.”

MASUMİYET ZIRHI

Onlar tartışırken yanlarına Ebu’l Bahterî geldi. O da Haşimoğullarındandı.

“Aranızda ne oluyor öyle?” dedi.

“Bu adam Haşimoğullarına yiyecek taşıyor” dedi Ebu Cehil. Ebu’l Bahterî Müslüman değildi ama insaflı bir insandı:

“Onun yanında halasına götürmek istediği yiyecek var ve sen götürmesine engel olmaya çalışıyorsun öyle mi? Çekil adamın yolundan.”

Ebu Cehil kolay pes eden bir adam değildi. Aralarında kıyasıya bir kavga başladı. Ebu’l Bahterî eline geçirdiği bir deve kemiğiyle Ebu Cehil‘in kafasını yardı. Ebu Cehil yarası ile uğraşırken, istikbalin sahabesi Hâkim malları halası Hazreti Hatice’ye ulaştırdı.

El ve avuçtakiler bir bir tükense de yıllar süren bu acımasız tecrit karşısında hiç kimse zalim boykotçular önünde zillete düşmedi. Masumiyeti bir zırh gibi geçirdiler sırtlarına ve sabrettiler.

Bu günlerde Cibril-i Emin, Yusuf Suresi’ni getirdi. Sure, Hazreti Yusuf’un başından geçenleri anlatıyor ve zorluklar karşısında bir müminin, mümince duruşunu resmediyordu!

Baştan sona sureyi okuyunca Müslümanlar rahat bir nefes aldılar.

Yusuf Suresi’nde anlatılanlar yaşadıkları hayata ne kadar da benziyordu!

“Kör kuyulara atsalar, köle pazarlarında satsalar, iftiraya uğratsalar, zindanlara doldursalar, Rabbimiz bizden razı ise ne gam! Bu günler de geçer.” dediler.

YOLUN SONU GÜZELDİ

Süreyi bilmiyorlardı, ama sureden anladıkları kadarı ile yolun sonu güzeldi.

Bir gün Güllerin Efendisi, amcası Ebu Talib’in yanına vardı.

“Ey amca!” dedi. “Şüphesiz ki Rabbim, Kureyş’in o Kâbe’ye astığı sayfaya bir kurtçuğu musallat etti ve o da, anlaşmada Allah’ın adının dışında ne varsa hepsini yiyip bitirdi.” Ebu Talib şaşırdı. Yeğeninin Kâbe’ye gidip de bu sayfayı göremeyeceğini biliyordu. Kureyş’in kin ve nefreti bırakın sayfaya ilişmeyi, sayfanın yanına bile yaklaşmaya müsaade etmiyordu.

“Bunu sana Rabbin mi haber verdi?” diye sordu.

“Evet” dedi Allah’ın Rasulü.

Ebu Talib, kardeşleri Hazreti Abbas ve Hazreti Hamza’yı da çağırdı. Durumdan onların da haberdar olmasını istedi. Bir zulüm devri sona ermek üzereydi. Hiç vakit geçirmeden, hep birlikte Kâbe’ye yöneldiler. Onların gelişini gören herkes, Kâbe’nin yeni bir hadiseye gebe olduğunu düşünüp olacakları beklemeye başladı.

Doksan yaşındaki Ebu Talib sürgün günlerinde iyice çökmüş yürümekte zorlanıyordu.  Onun gelişini gören müşrikler, pes ettiğini, boyun eğdiğini, aklının başına geldiğini düşünüp sevindiler. Yeğeni Hazreti Muhammed’i (a.s)teslim edeceğini zannettiler.

Ebu Talib “Ey Kureyşliler!” dedi. “Benim kardeşim oğlu Muhammed, sizin sayfanıza Allah’ın bir kurtçuğu musallat ettiğini ve bu kurtçuğun da o sayfayı yediğini söylüyor. Hepiniz biliyorsunuz ki O asla yalan söylemez! Onun söylediğine göre, anlaşmada bulunan akrabalık bağlarını kesme ve haddi aşma gibi bütün taşkınlık ve zülüm kelimeleri yok olup gitmiş, sadece Allah’ın adı kalmıştır. İşte size bir fırsat!.. Şayet yeğenimin söyledikleri doğru çıkarsa, şu kötü tavır ve davranışlarınızı bırakırsınız. Yok, doğru çıkmazsa o zaman ben de size yeğenimi teslim ederim ve siz de Onu öldürür veya yaşatırsınız!”

Müşrikler, “Tamam” dediler. “Gerçekten de sen insafın gereğini yaptın.”

Ebu Cehil köşeye sıkışmış, bu teklifi kabul etmek zorunda kalmıştı. Peygamberin yalan söylemeyeceğini çok iyi biliyordu.

Toplu halde Kâbe kapısına yöneldiler.

Nefesler tutuldu.

Gördükleri karşısında gözleri fal taşı gibi açıldı. Kâğıt, bir böcek tarafından yenmişti ve sadece Allah’ın adı kalmıştı.

Yarın: 8. Bölüm, BEŞ YÜREKLİ ADAM

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin