Demokratik vatandaşlık

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Demokrasinin sadece seçimlerden ibaret olmadığını hem üniversitedeki derslerimde, hem de makalelerimde anlatmaya gayret ediyorum. Demokratik bir düzenin belirli işleyen kurumlara sahip olmasının, bu kurumların – yürütme, yasama ve yargı erkleri arasında – denge ve denetim sağlamasının, en az seçimler kadar önemli olduğunun altını çiziyorum. “Milli idare” kavramının salt çoğunluk olarak anlaşılmasının, çoğunluk diktasına kapı araladığını daima söyleye geldim. Millet denilen topluluğun, Benedict Anderson tarafından kullanılan manada hayali bir cemaat olduğunu, etnik-dinsel temellere dayandırılan millet bir konseptinden ziyade objektif ve anayasal bir vatandaşlık tanımına dayandırılan modern bir millet tanımının üzerine inşa edilecek bir kimliğin çok daha yapıcı ve güvenlik üretici olduğunu vurgulamakta yarar var. Bu bağlamda 2004-2010 yılları arasında Türkiye’de yapılan anayasal vatandaşlık (üst kimlik gibi ifadeler de kullanılmıştı) tartışmalarının yararlı olduğunu, birleştirici bir anayasal vatandaşlık kimliğinin Türkiye’de birçok etnik ve dinsel dışlayıcılıklara çözüm üretebileceğine dair düşüncelerim değişmiş değil.

ETNİK TEMELLERE DAYALI VATANDAŞLIK VE SORUNLARI

Bu tür bir vatandaşlık tanımının demokrasinin gerçekleşmesinde hayati öneme sahip olduğu kanısındayım. Buna siyaset bilimi literatüründe demokratik vatandaşlık deniyor. Demokratik vatandaşlığın ne olmadığı, bugünkü Türkiye’de uygulanan vatandaşlık konseptine bakıldığında rahatlıkla görülebilir. 1920’lerden 1930’ların sonuna dek Türkiye her ne kadar üzeri cilalanarak parlatılmaya da çalışılmış olsa, etnik bir vatandaşlık politikası güttü. 1980’lere gelindiğinde etnik Türkçülüğün kabul gördüğü, ama Kürtlüğe gelince onun bölücülük sayıldığı bir kakofoni yaşadı. Güneydoğu’daki Kürtler oğullarına ve kızlarına kendi dil ve kültürlerine uygun isim dahi koyamaz ve nüfus dairelerindeki memurların kendilerine empoze ettikleri isimleri evlatlarına vermek durumunda kalırken, yurtdışında ve seküler-cumhuriyetçi ortamlarda öğrencilere ve yeni nesle “Ne mutlu Türküm diyene” demenin asla etnik bir Türklük manasına gelmediği anlatıldı. Bir zamanlar Hitler Almanya’sında olduğu üzere kafatası ölçümleri yapılan ve Türklerin “beyaz ırka” ait olduğunu, Asya tipi mongoloid olmadıkları resmi devlet anlatısı olarak okul kitaplarında yer alırken, elbette ırki-etnik temellere dayanmayan bir anayasal vatandaşlık uygulandığı söylemi, propagandadan öteye geçemedi. Türk olmayan Türkiye vatandaşları arasında istenilen oranda bir bütünleştirici etkide bulunamadı. Çünkü asimilasyona dayanmaktaydı. Bu uygulanan vatandaşlık politikasında özellikle dilsel bakımdan etnik Türk olmayanlara Türkçenin dayatılması öngörülmekteydi. Bu manada rejimin en birincil ötekisini Kürtler oluşturdu. Garip – ve kendi içerisinde tutarsız olarak – laik devlet aynı zamanda etnik Türklüğün yanına bir de Sünnilik koşulunu, gayrı resmi olarak eklemledi. Dayatmacı vatandaşlık politikası bu nedenle sadece Türk olmayanlara yönelik değil, aynı zamanda Sünni olmayanlara karşı da bir asimilasyon dayatmasını içermekteydi. Devletin temel güç kaynaklarından biri, bu ceberut asimilasyoncu mantalite ve onun dayanak noktası olan, temelleri İttihat ve Terakki tarafından atılan Türkçülüktür.

TUHAF İKİZ KARDEŞLER: ULUSALCILIK VE MİLLİYETÇİLİK

Kendi aralarında her ne kadar bölünmüş gibi de görülseler, özünde birçok temel algılarında birbirleriyle örtüşen ve barışık olan iki nasyonalist damar var Türkiye’de bugün. Bunlara günümüzde iki farklı siyasi fraksiyon olarak bakılıyor. Oysa bunlar birbirinin ikiz kardeşidir. Ulusalcılıktan ve milliyetçilikten bahsediyorum. Her ikisinin de bir oldukları tartışma götürmez. Özlerinde ikisi de Atatürk milliyetçisi olduklarını itiraf ederler. Atatürk milliyetçiliği, resmi söylemde kendisini Türk kabul eden herkesin Türk olduğunu onaylayan bir konsept olması bakımından ilerici ve özgürleştirici görülebilir. Ama esasında en başından beri Türk milliyetçiliği ana akımı – ki Kemalist milliyetçilik bunun içinden çıkmıştır – içerisinde ırkçı milliyetçilik marjinal ve dönemsel olarak etkili olabilmiştir. Oysa kapsayıcı – eritici, içine alıcı, yutucu, asimile edici – Türklük konsepti daima anayasal vatandaşlığa ve dilsel birliğe dayandırılmıştır. Bu nedenle Türk vatandaşlığının otomatikman Türkçe konuşan vatandaş olarak anlaşılması genel bir durum olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle “dış Türkler” denilen grubun dilsel ortaklığı, Türk olarak algılanmalarında ve dolayısıyla da Türk vatandaşlığını kazanmalarında belirleyici olmuştur. Balkan Türkleri, Kıbrıs Türkleri, “Azerbaycan Türkleri”, “Orta Asya Türklüğü” gibi terimler, bunun için araçsallaştırılmıştır. Adı geçen “Türkler” ile Türkiye’deki Türkler kardeş, akraba, soydaş gibi birleştirici kavramlarla nitelenmiştir. Örneğin Bulgaristan Jivkov rejimi esnasında etnik Türklere asimilasyon dayatmış, onların adlarını ve yerleşim birimlerinin isimlerini değiştirmeye başlamıştır. Türkiye bunun akabinde radikal bir karar alarak, sınırlarını “soydaşlarına” açmış ve onları vatandaş yapmıştır. Naim Süleymanoğlu gibi. Oysa aynı dönemde benzeri isim (yani kimlik) dayatma politikaları Türkiye tarafından da uygulanıyordu. Ve Kürtlerin köylerinin, kasabalarının, mahallelerinin adları Türkçeleştiriliyordu. Kürtçe sözlü müzik dinlemek, Kürtçe yayın yapmak, hatta belirli dönemlerde Kürtçe konuşmak yasaktı. Kürtçe devletçe resmen bir dil olarak dahi kabul edilmiyordu. Almanya’da Bavyera Devlet Kütüphanesi’nde araştırma yaparken 1980’lerde devletçe basılan ve Kürtlerin esasında Türk olduklarını anlatan kitaplar elime geçtiğinde, çok şaşırmış ve utanmıştım. Sanırım bu kitaplar halen o kütüphanede bulunabilir.

Türk vatandaşlığı etnik temellere dayalı bir konsepttir. Dilsel – linguistik – aidiyeti empoze etmeye ve başka olanı bizdenleştirmeye, asimile etmeye, bunu reddedeni ötekileştirmeye yönelik strateji takip eder. Bu politika, İttihat ve Terakki’den Kemalist rejimce devralınmış, belirli dönemlerdeki yumuşamalar haricinde kimlik dayatmacı vatandaşlık politikası sert biçimde uygulanmıştır.

DEMOKRATİK VATANDAŞLIĞIN ÖNEMİ

Demokratik vatandaşlık Türkiye gibi toplumsal manada demokrasinin yerleşmediği toplumlarda önemlidir. Demokratik vatandaşlık sadece seçimden seçime siyasal davranış göstermeyen, bunun çok daha ilerisinde, zamandan ve mekândan bağımsız olarak demokratik birey hak ve özgürlüklerini kullanan, iletişim kuran, düşüncelerini sözlü ve yazılı olarak tekil veya çoğul bakımlardan ifade etmesinde sınırlamalarla karşılaşmayan bir tasarımdır. Demokratik vatandaşlık temel insan hak ve özgürlüklerinin olağanlaşmasını, bilgi edinme, ifade, yaşam biçimlerine ilişkin tercihler gibi hak ve özgürlüklerin yerleşmesini ve uygulanmasını içerir. Hükümeti eleştirmek, protesto hakkı, ideolojik, kimliksel ve dini tercihlerde serbesti, demokratik vatandaşlık anlayışının olmazsa olmazlarıdır. İnsanların Kantiyen anlayışla kendi tercihlerine göre yaşamaları – başkalarının hak ve hukukunu kısıtlamadıkları müddetçe – olağan kabul edilmelidir. Devletin belirleyici değil, insanların mutluluklarını sağlama yönünde bir araç olması, toplumsal çoğulculuğun (pluralizm) doğal kabul edilmesi, etnik ve dinsel kimlik dayatmalarının devletin görev alanından tümüyle çıkartılması, ideal vatandaş tanımının her ne gerekçeyle olursa olsun anayasa ve yasalarda ayıklanması, temel insan hak ve özgürlüklerinin, azınlık haklarının, marjinal kişisel tercihlere yönelik koruma sağlayan hukuki normların yerleşmesinden önce, demokratik vatandaşlığı oluşturmak imkansızdır.

OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E VATANDAŞLIĞIN SEYRİ

Osmanlı İmparatorluğu’nda İslami Ümmet kimliğinden modern zamanların millet kimliğine geçiş sancılı oldu. Avrupa bu transformasyon sürecinde ne tür zorluklarla karşılaştıysa, Avrupa’daki değişimlerden etkilenen Osmanlı toplumu da benzeri zorluklar ve meydan okumalara göğüs germek zorunda kaldı. Fakat birçok Avrupa ülkesinde Birinci Dünya Savaşı sonrasında, bazılarında ise İkinci Dünya Savaşı sonunda gerçekleştirilen demokratik vatandaşlık, Türkiye’de sistemin liberalleştirilememesi nedeniyle daima kör-topal ve yarım-yamalak, eklektik bir biçimde var oldu. Demokratik vatandaşlığın eksik uygulanması, var olmaması anlamına geliyor. Dahası, sadece yasalarda yer alması, ama gündelik hayata uygulama bağlamında yansımaması, Türkiye’de sorunu siyasi-hukuksal olmaktan öte, sosyolojik ve kültürel bir sorun haline getiriyor. Yani mesele, sadece Erdoğan rejimiyle izah edilebilecek bir şey değil. Önemli olan 20. Yüzyıl başındaki dışlayıcı, ötekileştirici, hatta soykırımcı devlet refleksinin kırılması ve ortadan kaldırılması. Ötekileştirme, dışlama ve nefret suçu işlemeyen, özgürleştirici, bireysel ve azınlık haklarını kabullenen bir devlet aparatının önkoşulu, bunları talep eden insanların olması. Talep etmenin de ötesinde, bu hakları sadece kendisine layık görmeyen, başkalarına da – kendisinden farklı tercihlerde de bulunsalar – aynı hakları verme kararlılığında olan, birbirine karşı toleranslı bir toplumsal yapının oluşması gerekiyor. Kürt, Türk veya başka bir etnik kökenden olmanın, dindar veya dinsiz olmanın, solcu veya sağcı olmanın, kentli veya köylü olmanın, kadın veya erkek olmanın, eğitimli veya eğitimsiz olmanın, hayat tarzı farklılıklarının, hatta bireysel cinsel tercihlerin – bizim onayladığımız veya onaylamadığımız, başkalarının haklarını ihlal etmeyen her şeyin – mümkün ve yasal güvencede olduğu bir sistem, demokratik vatandaşlığın temel zeminidir.

DEMOKRASİ OY VERMEKTEN İBARET DEĞİL!

Bugün devleti kontrol eden grubun tanımlamalarına göre insanların ötekileştirilmesi ve şeytanlaştırılması, hukukun siyasileştirilmesi, bireylerin kategorize edilerek ellerinden vatandaşlık hukukundan kaynaklı hak ve özgürlüklerinin ceberutça ve keyfi uygulamalarla alınması, demokratik vatandaşlığa duyduğumuz ihtiyacı ön plana çıkartıyor. Demokrasinin oy vermekten ibaret olmadığını, dahası çoğunluk olmanın “milli irade” olup da kendileri gibi düşünmeyen kitleleri ezme hakkına sahip olmadığı gerçeğini, aksi takdirde olanın çoğunluk diktası olacağını her fırsatta vurgulamak, rejim eleştirilerinin merkezine işte bu evrensel hak ve özgürlüklerin altını çizen pozisyonu yerleştirmek lazım. İşe önce bizim gibi düşünmeyenlerden başlamalı. Ancak bu yolla insanları samimiyetinize inandırabilir, onları ikna edebilirsiniz. Bunu yapabilmek için, sağlıklı bir seküler tutum alarak, evrensel insan haklarına atıfta bulunmalı, dinsel referanslardan hareket etmeyi bırakmalı. Yani yönetimin ne büyük “günahlar işlediğinden” ve “ahrette hesaplaşma” belagatinden ziyade, rejimin anayasaya (yani kendi normlarına) uymadığından, yapılan insanlık dışı uygulamaların evrensel insan hak ve özgürlüklerinden hangi bakımlardan saptığından, bun sorunları aşmak için hangi evrensel ve uluslararası standartların gerçekleştirilmesi gerektiğinden bahsedilmeli. Ve altını çizdiğim üzere, işe kendimizden değil, başka ezilenlerin ve zulme uğrayanların haklarını ve hukukunu savunmakla başlamalı. Soykırıma uğrayan Ermeniler, asimilasyona uğratılan ve sistemin sürekli kurbanı olan Kürtler, temel insan hakları sistematik olarak gasp edilen Aleviler, ikinci sınıf olmaktan fiilen hiçbir zaman kurtulamamış olan kadınlar, bize fazla marjinal gelen ve kendi ahlak ve din anlayışımıza uymayan, devletin akbaba gibi çöktüğü gruplar, evdeki meyve çürüse sorumlusu ilan edilen Yahudiler, dinini başkalarına anlattı diye terörist ilan edilen Rahip Andrew Craig Brunson gibi rehineler – tüm bu grup ve bireylerin amasız ve fakatsız ve de istisnasız savunulması, onların haklarına sahip çıkılması, sorunlarının samimi şekilde ele alınması ve uğradıkları haksızlıklara ve hukuksuzluklara tepki gösterilmesi gerekiyor. Bizim gibi olmayanların var olma haklarına sahip çıkmadan, bizim gibi olmayanların bizlerin var olma hakkına sahip çıkmalarını beklememiz ne derece mantıklı? Beraber var oluş gerçeği – ister kültürel, ister dinsel karşı argümanlar olsun – kabul edilmeli, varsa eğer, bu bağlamdaki kültürel ve dini ön kabuller ayıklanmalı. Demokratik vatandaşlığın kapsayıcılığından yararlanmanın birincil koşulu, kapsayıcılığın koruyucu şemsiyesinin herkesin altına girebileceği kadar büyük olmasıdır çünkü.

Eğer toplumda biz duygusu – beraber yaşama isteği – sağlanamazsa, yaşadığımız siyasi ve hukuksal sorunların toplumsal (sosyolojik) nedenlerinde bir iyileşme meydana getirilemez. Ve sıralı olarak farklı grupların birbirlerine zulüm yaptıkları bir yıkıcı sarmal oluşur. Bunun santrifüj etkisinin korkunç savrulmasında Kürtlerin kopuşu başta olmak üzere, ülkeyi ve toplumu bin parça edece bir korkunç süreç başlar. Birleştirici bir demokratik vatandaşlık, ileride eğer normalleşme mümkün olur da anayasal düzene geri dönülebilirse, en önemli gündem maddelerinin başında gelmeli. Çünkü ancak bu yolla kutuplaştırılan ülkede ortak bir “biz” duygusu oluşturulabilir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin