Demokrat Parti’den sağa ne kaldı? [Türk Sağı’nın hikâyesi-6]

YORUM | KEMAL AY

Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na girmedi ancak savaşın sıcaklığına karşılık, bulunduğu konumdan ötürü, bir takım önlemler alması gerekliydi. Buna, ordunun mevcudunun arttırılması ve yeni savunma giderleri dâhildi. Savaşın sona ermesiyle ABD, Avrupa ülkelerine yönelik hazırlattığı Marshall Planı’na başlangıçta Türkiye’yi dâhil etmemişti ancak Türkiye’nin ekonomik bunalımı, ABD’yle bu konuda uzlaşma ihtiyacını doğurdu. Nitekim 1948’de ABD ile ekonomik işbirliği anlaşması imzalandı ve kısa süre içinde de Marshall yardımından milyon dolarlar Türkiye’nin kasasına girdi. ABD’nin stratejisinin bir ayağı uluslararası kuruluşlar eliyle ‘barış ve demokrasiyi’ yaymaktı. Birleşmiş Milletler, OECD, Dünya Bankası gibi kuruluşlar o dönemin eseridir ve Türkiye, kısa sürede bu sisteme entegre olmayı tercih eder [1]. Unutulmamalı ki bütün bunlar İnönü ve ekibinin projesidir.

MARSHALL DESTEKLİ DEMOKRASİ

Bu dış gelişmelerin içerideki yansıması, önce 1946’daki acayip çok partili seçim denemesi, ardından da 1950’deki gerçek çok partili seçimler olacaktı. Celal Bayar ve Adnan Menderes’in öncülüğündeki Demokrat Parti’nin iktidara gelişi, uzun süredir ülkede birikmiş ‘toplumsal muhalefet’in kendini bulması anlamına geliyordu. Burada dikkat edilmesi gereken husus şu: Demokrat Parti, belirgin bir ideolojinin partisi değildi. İçerisinde devrin şartlarına göre sağcı da vardı, solcu da. ‘Yeter Söz Milletin!’ sloganını kullanıyordu ancak partinin önde gelenleri ‘tipik CHP milletvekilleri’ ile benzer hayat tarzına ve görüşlere sahiptiler. Ancak Türkiye’nin ABD ile ekonomik alanda tam işbirliğine gittiği her dönemde olduğu gibi ‘kalkınma dönemi’ başlamıştı ve Anadolu’da yeni zenginler (tarım ağırlıklı) türemişti. Devlet destekli ekonominin yerini daha liberal bir yaklaşım aldı. Demokrat Parti bu arada ‘görünür’ projelere (yol, baraj, bina vb.) ağırlık verdi.

Bütün bunlar iki şeyi getirdi: Evvela, uzun zaman sonra Meclis’te ‘siyaset’ hayat buldu. Ardından devletten bağımsız bir orta sınıf ve bu orta sınıfa bağlı olarak ilk kez ‘sivil toplum’ ve ‘popüler kültür’ meseleleri konuşulmaya başlandı. Her iki durumun ortak neticesi, uzun zamandır üzerinde baskı olan siyasî akımların canlanma fırsatı yakalamasıydı. İsmet İnönü, bugünden bakınca gözümde daha da büyüyen bir siyasî olgunluk göstererek koltuğunu terk etmiş, Adnan Menderes’in başbakanlığına ve Celal Bayar’ın cumhurbaşkanlığına bağlı kalmıştı. Gelgelelim Meclis’teki tartışmalar ve kutuplaşma arttıkça, Demokrat Parti siyasetini ‘CHP karşıtlığına’ dönüştürdü.

ANKARA’DA SAFLAR YENİDEN BELİRLENİYOR

Bu arada ‘eski rejim taraftarlığı’ da CHP’ye geçmişti. CHP’nin ilk kez seçimde rekabet edecek olması, üstelik iktidarda değil muhalefette bulunması, İnönü ve arkadaşlarının söylemlerini keskinleştirmelerine yol açtı. CHP artık bir ‘koalisyon’ partisi değildi. Bölünmüştü ve bir ‘ideoloji’ seçmek durumundaydı. 1960’larda İnönü bunu ‘ortanın sağı’ olarak niteleyecekti. Demokrat Parti ise ‘kalkınmacı’ (‘inkılapçılık’) ve ‘fırsat eşitliği’ (‘halkçılık’) ilkelerine dayalı bir politika benimseyerek ülkeyi görece daha liberal bir çizgiye kaydırdı fakat bunların birçoğu ‘bilinçli’ hamleler değildi. CHP ne kadar Avrupalı ise, DP o kadar Amerikalı’ydı. 1950’lere kadar Avrupa siyaseti ve fikriyatı Türkiye üzerinde yoğun etkiye sahipti ancak 1950’den sonra Amerikan siyaseti ve fikriyatı Türkiye’yi daha fazla etkilemeye başlamıştı. Bir mitoz bölünme gerçekleşmiş ve CHP’den iki parti çıkmıştı ancak DP’nin vizyonu, CHP’nin ‘her şeyi partileştirme’ vizyonuyla benzerdi. Bu da ‘istibdat’ anlamına gelecekti.

Tek Parti dönemi, sosyalist devlet sistemine bir hayli benzer. Toplumda aklınıza gelebilecek hemen her türlü faaliyet (eğitim, sağlık, kültür, sanat vs.) devlet tarafından regüle edilir. Çoğu zaman devlet bu alanda inisiyatifi doğrudan eline alır. Haliyle bu alanlardaki ‘hiyerarşiyi’ de devlet belirler. Parti’ye yakınlık, yükselmenin yoludur. Bu sebeple de bürokrasiyle ilişkileri iyi tutmaya çalışır insanlar. Ufak bir memur bile, başarılı bir ressamdan daha ‘önemli’dir toplumsal düzende. Demokrat Parti’nin 10 yılında ‘serbest teşebbüs’ ve ‘fikir hürriyeti’ gibi konularda nispeten gelişmeler sağlansa da, Menderes’in zor durumda devlet aygıtını ‘tek parti’ dönemindeki gibi kullanabileceği de anlaşılmıştı. CHP ideolojisinin ‘taşıyıcısı’ olarak gördüğü kurumları (Köy Enstitüleri gibi) kapatmaktan çekinmedi. İnönü’nün faaliyetlerini bile kısıtlayacaktı.

DEĞİŞİM, SİSTEMSEL VE ÇEVRESEL FAKTÖRLERE BAĞLI

Ancak bu dönemdeki değişim, Demokrat Parti’nin bizatihi belirlediği politikalardan ziyade, o politikaların ‘pek de hesaplanmamış’ sonuçlarından gelir. Sözgelimi DP, bilhassa Anadolu’daki vatandaşların yeniden ‘aktif’ hâle gelmesine sebep olur. ‘Değişim’ sistemseldir esasen. Yani çok partili hayata geçildiği için aslında bunlar olmaktadır. Bir diğer çevresel etken, ABD’nin ‘kalkınmacılığı’ dayatması ve Türkiye’nin artık ‘bölgesel aktör’ hâline gelmesidir. Bu süreçte DP, CHP’ye yakın ‘elitlere’ (siyaset, bürokrasi, medya vs.) güvenemeyeceğini düşünerek ‘yeni bir sınıf’ oluşturacaktır. Bu ‘alan açma’ politikası da her zaman ‘demokratikleşme’ ya da ‘imkân eşitliği’ olarak görülür. Oysa hakikatte sadece ‘oyuncu değişimi’ yapılmaktadır. Yine de bu durum Tek Parti döneminde ‘dışlanan’ kesimlerin sisteme dâhil edilmesini içerir. Bediüzzaman Said Nursî gibi talebeleriyle uzlet hayatı yaşayan bir İslam âlimi bile, Adnan Menderes’in Türkiye’deki Müslümanların üzerindeki bir kısım baskıları kaldırabileceğini umarak, ona sempatiyle bakmıştır. Diğer tarikat ve cemaatler de hakeza. Demokrat Parti’nin planları arasında bu yoktur ancak ‘eldeki malzeme’ budur.

Tıpkı Namık Kemal’in Batılılaşma arzusunu gerçekleştirmek için Müslüman halkı ‘oyuna davet etmek’ zorunda kalması ve bu sebeple İslamcılığı çağrıştıracak ölçüde İslam ve siyaset konularında kalem oynatması gibidir durum. CHP, gücünü kendi kurgusu olan ‘devlet kurumlarından’ aldığını düşünürken, DP ve devamı olarak görülebilecek partiler ancak ‘oy toplayabildiği ölçüde’ güçlü görülecektir. Bu sebeple de ister istemez, ‘mahalle baskısı’ galip gelecektir. Özellikle sağ partilerin oy kazanabilmek için ideolojik kıvraklıklara girişmesi bu sebeple olur. Popüler kalmanın yolu, ‘herkese hitap edebilmek’ ile mümkündür çünkü. Sağ partilerin böyle düşünmesi değil, CHP’nin bu şekilde düşünmek zorunda kalmayışı aslında anomalidir. CHP ile rekabet eden bir ‘sağ’ ise her daim ikircikli bir ruh halinde kalmayı garantiler: Halk ile bürokrasi arasında bir ‘nokta’ tutturmak zorundadır.

DARBENİN TÜRK SİYASETİNE ATTIĞI KAZIK

Türk sağını bu ölümcül girdaba atan sadece Demokrat Parti’nin hataları değil, 27 Mayıs askerî darbesini kurgulayan generallerdir de. Kimilerine göre darbenin gerekçesi DP’nin Sovyet Rusya’ya yakınlaşmasıdır. 10 yıllık bu süreci başlatan ABD’nin Marshall Planı olarak görülürse, ‘kapatanın’ da ABD olması yadırganacak bir durum değil. Gelgelelim Türk subaylarının ‘ihtilalciliği’ Ortadoğu’daki diğer örneklerden (1952’de Mısır’da, 1953’te İran’da, 1958’de Irak’ta) ilham alınmış da olabilir. Ancak sonuç itibariyle 27 Mayıs’la birlikte gelinen yer, 1950 öncesi olmamıştır. Arzulanan bu muydu emin değilim ancak Demokrat Parti’nin iktidarındaki 10 yılda toplumdaki dönüşümlerin ‘geri alınabileceğini’ düşünmek ancak ‘askerî bir mantıkla’ açıklanabilir.

Darbenin içinde yer alan, darbe bildirisini okuyan ve fakat daha sonra sürgün edilen Albay Alparslan Türkeş’in daha sonraları ‘Türk sağı’nın önemli figürlerinden biri hâline gelmesi de, tarihin ironisidir sanırım [2]. Ancak daha önce de Türkçülük davasında Nihal Atsız’la birlikte yargılanan bu ‘deli fişek’ Türk subayı, 1965’te ‘dokuz ışık’ doktrinini açıkladığında sanıyorum kafası bir hayli karışmıştı. Zira dokuz ışık şunlardan oluşmaktadır: Milliyetçilik, Ülkücülük, Ahlakçılık, Toplumculuk, İlimcilik, Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik, Köycülük, Gelişmecilik, Endüstricilik ve Teknikçilik. 16 sayfalık bir broşürde [3] açıklanan bu 9 maddenin birbiriyle çelişen o kadar çok tarafı vardır ki, o dönem için bunların görülememiş olmasını, muhtemelen ‘siyasî mücadele aşkına’ bağlamak gerekir. Ancak daha olası açıklama şu: Hem 1940’lardaki faşizme, hem CHP’nin Tek Parti dönemine hem de Demokrat Parti’ye ‘uzak’ bir nokta seçme arzusu. Ya da Türkeş’in ‘kapitalizme, komünizme ve liberalizme’ karşı ‘Türkçe bir sistem’ önerisi.

DEVRİM VE KARŞI-DEVRİM DÖNGÜSÜ

Her şeye rağmen bu maddeler arasında Türk sağının hem Türkçü hem de muhafazakâr kanadının paylaştığı düşünceler olduğunu görmek mümkün. Ancak Türkeş ve içinden çıktığı düşünce ekolünün İslamî bir motivasyona sahip olmaması, İslamî muhafazakâr camiada ve ilerleyen dönemde İslamcılarda Türkeş’e karşı soğukluk oluşturacaktır. Yine de 1960’lardan itibaren Soğuk Savaş dünyada etkisini gösterirken, Türkiye’de ‘yükselen komünizm tehlikesine karşı’ sağcılığın hem Türkçü, hem muhafazakâr hem de İslamcı kanatları bir araya gelir. Demokrat Parti döneminde hızlanan şehirleşmenin bir diğer etkisi de bu çevrelerden insanların karşılaşma imkânlarını arttırmasıdır. Her zamanki gibi dergi ve gazeteler, ‘fikrin kaleleri’ olmayı sürdürür. Ancak bu kalelerin ‘finansmanı’ hâlen devlet eliyle yapılmaktadır. 1950’lere kadar olduğu gibi, 1950’lerden sonra da uzun süre ‘entelektüeller’ aslında devlet memurlarıdır çoğu zaman. CHP’nin finanse ettiği gazeteler olduğu gibi DP’nin finanse ettiği gazeteler de çıkar. Siyaset, usulde değil esasta ayrışır böylece. Bu da, devrim ve karşı-devrim süreçleri şeklinde bir akışı zorunlu kılar.

Bütün bunlar, Demokrat Parti’nin de aslında CHP ile aynı DNA’yı taşıdığını göstermesi açısından önemli. Daha da fenası, 27 Mayıs’ı gerçekleştiren generallerin zihninde de bundan başkası yoktur. 1960 Anayasası, bir hukukî metin olarak nispeten özgürlükçüdür belki ama ‘idare’ başta kuvvetler ayrılığı olmak üzere ‘özgürlüğü koruyan’ hiçbir kurumu ‘kendi haline bırakmamıştır’. Yine de DP döneminde ‘dayak yemiş’ eski CHP ‘eliti’, 27 Mayıs’tan memnundur. Ama ‘cin şişeden çıkmıştır’. Çok partili hayat, toplumsal canlılığı ve siyaseti her defasında geri getirir. 1950’lerin bürokratları, 1960’larda siyasete atıldıklarında önlerinde artık Demokrat Parti örneği vardır ve CHP’yi nasıl alt edeceklerini bilmektedirler. Siyasetin CHP’nin içinde değil, CHP’nin dışında ve ona rağmen şekillenmesi ve CHP’nin ‘eski rejimi’ muhafaza görevini doğal olarak üstlenmesi, 1950 sonrası Türkiye’sinde sağ ve sol siyasetin karmaşasının da temel dinamiği hâline gelir böylece.

DİPNOTLAR:

[1] Bu işlerde öncülük eden isimler Dışişleri Bakanı Hasan Saka ve CHP milletvekili Kasım Gülek’ti. ‘Avrasyacı’ zihniyetteki solcular bu sebeple Kasım Gülek’le Fethullah Gülen’in tanışıklığını, Gülen’in ‘ABD projesi’ olmasıyla ilişkilendirirler.

[2] Bu ironiyi günümüzde AKP yaşatıyor. ‘Türk sağı’nı temsilen yaptıkları afişlerde Türkeş’le Menderes yan yana ve Erdoğan’ın ‘öncülleri’ olarak görülüyor.

[3] Bir rivayete göre ‘dokuz ışık doktrini’ Prof. Mümtaz Turhan’ın kaleminden çıkmıştır.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin