Cemaatin iki mühim sorumluluğu

YORUM | TARIK TOROS | @TarikToros

 

Oscar Wilde der ki:

Alemin bana yaptığı ne kadar çok olursa olsun, benim bana yaptığım hepsinden fazladır.

 

***

Hadiselere böyle bakmaya çalışırım.

Bireyden topluma, genel geçer ölçüdür.

Misal, esasen çok yetenekli olduğunu ama bir türlü fırsat verilip değerlendirilmediğini düşünen, hep önünün kesildiğinden şikâyet eden insan modeli vardır. Çevrenizde çok görürsünüz.

Katılmam buna.

Hayatta çelme takan çok olur, engelleri aşıp devam edeceksin.

 

***

Siyaset de böyledir.

Adnan Menderes, örneğin.

27 Mayıs 1960 askeri darbesi ile devrildi.

İdamı bu ülke için utançtır, Menderes de mazlum.

Çok okudum, seyrettim, tanıklıkları dinledim.

Darbenin bir numaralı sebebi Menderes’tir.

Siyaseti duvara çarpmıştır.

Basiretli davransa yaklaşan tehlikeyi püskürtebilir, oyunu bozabilir, bugün bambaşka bir Türkiye olabilirdi.

Benzer durum, 28 Şubat sürecinde Necmettin Erbakan için de geçerli.

Partisi kapatılarak, siyasetten yasaklanarak büyük bedel ödedi.

Lakin hatalar yaptı. Bizzat tanığım, muhabir olarak izlemişim.

Kamyonu devirmeyebilirdi.

Hatta, vaktinde doğru adımları atsa, demokrasi kahramanı olabilirdi. Yapmadı.

***

15 Temmuz’un üzerinden 14 ay geçti.

Rejim adeta rafa kaldırıldı.

Raftan ne zaman iner, mümkün müdür, bilmiyorum.

Şunu biliyorum, tahribatı önceki ara dönemlerden kat be kat fazla oldu.

Telafisi de aynı ölçüde zor olacak.

 

***

15 Temmuz’un ihale edildiği Cemaat, tüm fertleriyle ağır cendereden geçiyor.

Cezaevlerindeki tutukluların büyük bölümü Cemaat mensubu veya alışverişi olmuş yakın çevre.

Meseleyi hukuk veya gazetecilik açısından kritik etmeyi bırakalı çok oldu.

Siyaset açısından şu denebilir:

Bana göre, Cemaat’in iki mühim sorumluluğu var.

İlki, siyasal iktidarla 10 yıla yakın süreyle kurulan koalisyon.

İkincisi, 2012’den itibaren yaşanacakların öngörülememesi.

 

***

Kim ne yazmış ya da yazmamış, ne konuşmuş, hangi tweet’i atmış, mahkemede kim hangi ifadeyi vermiş, üzerinde çok durmuyorum.

Hayatında damdan düşmemiş birinin, damdan düşen hakkında ezbere ahkâm kesmemesi icap eder.

Allah kimseyi, cezaevi ile… Hele hele hücre ve işkence ile imtihan etmesin.

 

***

Siz hiç 14 ay cezaevinde yattınız mı?

Mahkemeye çıkmadan, kişisel ihtiyaçlarınızı karşılayamadan, dünyadan izole, avlunun tepesine çekilmiş bir ızgaranın ardında görülen kare gökyüzüne bakarak, hücredeki TV’den 7/24 azılı terörist olduğunuz propagandası ile…

Onca ölümü duyup, sağlığınız bozulursa öleceğiniz endişesiyle hastalanmamaya çalışarak…

Ve en acısı; ne zaman çıkacağını bilmeden, dip yapmış ümitsizlikle boğuşarak…

Hiç 14 ay cezaevinde yattınız mı, belki 14 yıl daha çıkamayacağınızı iliklerinize kadar hissederek!

Bir daha çocuklarımı, torunlarımı kucaklayamayacağım, eşimle aynı yastığa baş koyamayacağım, annemin babamın elini öpemeyeceğim belki diye dört duvar arasında dönüp durdunuz mu hiç?

20 yaşında tutuklanıp idamla yargılanan Nevzat Çelik’in şiirinde dediği gibi:

“Baba olamayacağım örneğin.

Toprak olmak ne garip şey anne.”

 

***

Tek duam, içerideki on binlerce mağdur ve mazlumun bir an önce hürriyetine kavuşması, dilimden dökülen yegâne cümle bu.

***

Bugün milletimiz ağır travma geçiriyor.

Devlet, siyasi iktidar eliyle bir hesap görüyor.

Bunun için sisteme ağır kemoterapi uyguluyor.

Güneydoğu’da bu açıktan yapılıyor. Şehirler boşaltılıp, mahalleler yıkılıp, çatı insanların başına çökmüş mü çökmemiş mi bakılmadan, bir biçim verilmeye çalışılıyor.

81 vilayet ve dış temsilciliklerde de aynı zihniyet egemen, taş taş üstünde kalmadı.

Ne hukuk, ne kanun-kural, ne insan hakkı, ne ahlak.

Görülmemiş biçimde imha ve erozyon var.

 

***

Menderes’i deviren darbecilerin dahi bir vizyonu vardı.

Cemal Gürsel, İstanbul’u dünyaya tanıtmak için sinemacılara önayak olmuş, James Bond serisinin ikinci filmi “Rusya’dan Sevgilerle-1963” ve meşhur “Topkapı-1964” filmleri böyle çekilmiştir.

Öykülerin neredeyse tamamı İstanbul’da geçer, şehri izlemeye doyamazsınız.

55 sene önceki o kentten eser yok bugün, yağma, talan!

 

***

Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste romanında der ki:

Cahilsin, okur öğrenirsin.

Gerisin, ilerlersin.

Adam yok, yetiştirirsin.

Paran yok, kazanırsın.

Her şeyin bir çaresi vardır.

Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. Cemaatin iki sorumluluğu olarak tespit ettiğiniz iki husus bence sadece cemaatin iki sorumluluğu değil; aklı başında, düşünen, okuyan dahası bu ülkedeki herkesin sorumluluğu… Akp demokratik açılımlar yaparken demokrasiye gerçekten önem veren herkes yapılanları samimi bulup destekledi (aldatıldı), 2012 den sonra ise olayların bu şekilde gelişebileceğini öngörbilen olduysa da heralde kamuoyuyla paylaşmadı yada ben gözden kaçırdım. Hem bütün bu olanların yaşanacağı öngörülse bile en fazla yurt dışına çıkan insan sayısı artardı. O da kimin ne kadar imkanı var 70 80 yaşında insanları nereye götürebilirsiniz… elhamdülillahi ala külli hal sival küfrü veddelal… saygılarımla…

  2. Öngören olmuş icimizde….ama biz duymamisiz yada duyurulmamis..misal Ali Ünal abi…hic oy vermedim onlara dedi en son röportajında..hep uyardım dedi bunlara inanmayın diye…ama kim duydu bunları…bizlerde maalesef simdikler gibi Kördük…öyle bi boyadiki gözlerimizi kulaklarimizi,sağır ve kör olduk yaptıkları tüm hatalara…Rabbim bizi affetsin artık. ..affetsin de ciksin şu mazlumlarimız dışarı. .Artık dünyadan yana tek Arzum bu..

  3. Tebrik ederim sizi en az diger yazilariniz kadar yurekli ve acik bu yaziniz icinde. Cok dogru yazmissiniz. Ama ben neye kiziyorum , biliyor musunuz? Insanlari cok fazla, fazla fazla hulyalara surukleyen, ne dediginin kendi de fakinda olmayan, kendini dunyanin kurtulusu olarak gorup, etrafinda olanlari gormeyi reddedenlere. Bizimle cay icen herkesi dost gormek nasil bir egonun gostergesidir acep? Hapiste olan oyle zor durumda, disarda olan baska bir zorda. Cocugun sana soruyor neden ulkemize gitmiyoruz anne diye. Agliyorsun. Ama ne care. Oyle bir care ki simdilik esintisi bile yok. Bizi bu duruma dusurenler hesabini verirler insaallah.

  4. 30-RUM:

    1- Allah daha iyi bilir: Kur’ân’ın mânâsındaki mucize olan âyetlerden önce, sözlerindeki mucizeliği ifade eden ilâhi sırra işârettir. Bakara sûresinde de geçtiği üzere “elif” boğazın en içinden: bâtından; “Lâm” dilden: berzahtan; “mim” dudağın en kenarından, dıştan çıktığı için bu üç harf, mahreclerin aslını teşkil eden üç çıkış yerinden çıkan bütün harflerin güzel bir diziliş ahengini ifade eder.

    2- Rumlar yenildi. Peygamberimizin gönderildiği sıralarda doğu Roma ile İran, dünyanın en büyük iki devletiydiler. Hindli Süleyman Nedevî efendinin Asr-ı Saadet tarihinde ifade ettiği üzere peygamberliğin beşinci, yani Milâdın 613. yıllarında bu iki komşu ve rakib devlet, birbirleriyle kanlı bir savaşa girişmişlerdi. İran, İkinci Hüsrev’in, Rum Hirakl’in hükmü altındaydı, sınırları Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde birbiriyle birleşiyordu. Filistin, Suriye, Mısır ile Irak’ın bir bölümü ve küçük Asya (Anadolu) Rumlara tabi idi. İranlı’lar, Rumlara iki taraftan saldırdılar. Dicle ve Fırat üzerinde (ezreât ve Busrâ) mevkilerinden Suriye’ye, Azerbeycan ve Ermenistan tarafından küçük Asya’ya saldırdılar. İran orduları, Rum kuvvetlerini her iki cepheden geri atarak denize dökünceye kadar takip etmiş, Suriye’deki bütün mukaddes şehirleri zabtetmiş, Milâdın 614. yılında bütün Filistin’i ve Kudüs’ü ele geçirmişti. Bu istilâ sırasında bütün kiliseler yıkılmış, bütün dini binalar tahrib edilip kirletilmişti. İranlılara katılan yirmi altı bin yahudi, altmış binden fazla hıristiyanı kılıçtan geçirmişlerdi. İran kisrasının sarayı, öldürülen otuz bin kişinin kafatası ile donatılmıştı.

    Bu istilâ tufanı, burada durmayarak Mısır’ı da basmış, Milâdın 616. yılında İranlı’lar bir taraftan Nil vadisini işgal ederek İskenderiye’ye ulaşmışlar, diğer taraftan bütün Anadolu’yu ele geçirerek İstanbl’un boğaziçi sahillerine kadar gelmişler, doğu Roma İmparotorluğu’nun başkenti olan Kostantıniye (İstanbul) şehrinin karşısında görünmüşler, saltanatlarını Irak, Suriye, Filistin, Mısır ve Anadolu’ya yaymışlardı. İranlılar, girdikleri her yerde ateşgedeler (Ateşe tapanların, ateş yaktıkları tapınaklar) meydana getiriyorlar ve böylece Hıristiyanlığın çıktığı yerlerde ateşperestliği yayıyorlardı. Doğu Roma İmparatorluğu’nun bu yenilgisi karşısında kendisine tabi bulunan birçok vilâyetler isyan etmiş, Afrika’daki ülkeler, Avrupa tarafındaki vilâyetler, hatta İstanbul’a komşu şehirler, bu devletin egemenliğinden çıkmak istemişler ve çıkmışlardı. Kısaca doğu Roma İmparatorluğu darmadağın olmuş, helâk olup yerlere serilmişti.

    Romalıların bu yengilgi haberi Mekke’ye ulaştığı zaman müşrikler sevinmiş ve müslümanlara karşı onların yenilgisinden duydukları sevinci açığa vurmuşlar: “Siz ve hıristiyanlar kitap ehlisiniz, biz ve Fâris (İranlılar) ümmiyiz; bizim kardeşlerimiz, sizin kardeşlerinizi tepelediler. Biz de sizi tepeleriz” demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Muhammed’in bir mucizesi olmak üzere bu âyet inip buyuruldu ki: Gerçi Rumlar yenildi yerin en yakınında, Mekke toprağının, yani Arabistan’ın en yakınında; Şam’da yahut Rum başkentinin pek yakınında, yani Anadolu’da İstanbul civarında demek olabilir ki, ikisi de doğrudur. O sırada Rum İmparatorluğu öyle perişan olmuştu ki, iç isyanlarla devlet ihtilâle uğramış, ordusu dağılmış, hazinesi boşalmış, imparator Hirakl, İstanbul’u terkederek Kartaca’ya kaçmayı bile kurmuştu. İranlıların galip kumandanları, zaferin verdiği sarhoşlukla şu barışı teklif etmişler: İmparator, İranlılar tarafından istenecek her şeyi verecektir. Bu cümleden olarak bin yük altın, bin yük gümüş, bin yük ipek, bin at, bin kadın teslim edecektir. Rum İmparatorluğu, bütün bu aşağılayıcı şartları kabul etmiş, bu esaslar üzerinde barışı imzalayacak delegeler göndermişlerdi.

    Bu delegeler, İranlıların yanına vardıkları zaman Husrev, şu sözleri de söylemiş: “Bu yeterli değildir. Bizzat imparator Hirakl, karşıma zincirler içinde gelerek asılıp çarmıha gerilmiş olan ilâhına karşılık ateşe ve güneşe tapmalıdır.” İşte o yenilgi, böyle bir yenilgiydi. Böyle bir çöküş içinde Romalıların birkaç yıl zarfında canlanıp yeniden galip geleceklerine kesinlikle hüküm vermek şöyle dursun, ihtimal vemek bile normal olarak akılların havsalasına sığacak bir şey değildi.

    3- Fakat böyle bir zamanda Allah Teâlâ, Resulüne gayptan şu haberi bildiriyordu: Bununla birlikte onlar, bu yenilgilerinin ardından kesinlikle galip gelecekler. Hem uzak değil. Birkaç yıl içinde ki, “bıd” kelimesi üçten dokuza kadar olan bir sayıyı ifade eder, nitekim bu âyet inince Hz. Ebu Bekir (r.a.), o sevinen müşriklere şöyle demişti: “Allah, sizin gözlerinizi aydınlatmayacak, peygamberimiz haber verdi. Yemin ederim ki, Rumlar birkaç yıl içinde İranlılara mutlaka galip geleceklerdir.” Buna karşı Übeyy b. Halef: “Yalan söylüyorsun, haydi aramızda bir müddet tayin et, seninle bahse girelim.” dedi ve her iki taraf ta on deve üzerine bahse girişip, üç yıl müddet tayin ettiler. Ebu Bekir, durumu Resulullah’a haber verdi. Resullullah (s.a.v.) “Bıd’, üçten dokuza kadardır, miktarı artır, müddeti uzat.” buyurdu. Bunun üzerine Ebu Bekir çıktı, Übeyy’e rast gelince o: “galiba pişman oldun” dedi. Ebu Bekir de: “Hayır” dedi, gel seninle bahsi artıralım, müddeti de uzatalım, haydi dokuz seneye kadar yüz deve yap. O da: “Haydi yaptım” dedi. Tirmizî’nin Sahih’inde rivayet ettiği üzere “Bedir” günü Rumlar, İranlılara galip geldiler, Ebu Bekir de sonra onu Übeyy’in vârislerinden aldı, peygambere götürdü. Peygamber (s.a.v.) de ona: “Bunu tasadduk et” buyurdu.

    4- Önünden de sonundan da emir Allah’ın, yani Rumlar galip gelecekler diye ondan sonra emir ve irade, hüküm ve kumanda Rumların olacak zannedilmesin; onlar galip gelmezden önce emir, ne onların, ne İranlıların olmayıp Allah’ın olduğu gibi, onların galip gelmesinden sonra, yine Allah’ındır. O, önce onları mağlub ettiği gibi, sonra da eder. Hem de o gün, yani Rumların, İ ranlılara galip geleceği gün müminler sevinecek Allah’ın yardımıyla, yani ötede Rumlar, İranlılara galip gelirken aynı zamanda beriden müslümanlar da Allah’ın yardımıyla müşriklere karşı zafer elde edecekler, yalnız Rumların galip gelmesiyle değil, Allah’ın özellikle kendilerini galip kılan yardımıyla sevinecekler. Müminlere bu şekilde vaad edilen bu yardım, bu sevinç, “Bedir” zaferidir. Nitekim Teberî Tefsiri’nde “O Bedir’de müminlerin , müşriklere galip gelmesidir.” demiştir.

    Gerçekten Tirmizî’nin rivayetine göre Rumların, İranlılara galip gelmesi “Bedir” günü olmuştur. Fakat galibiyetin geniş bir şekilde açıklanması, Hudeybiye sıralarında bilinebildiği ve Hz. Ebu Bekir de develeri Übeyy’in kendisinden değil, sonra vârislerinden aldığı için bazıları bu ferah gününü, Hudeybiye günü sanmışlardır. Hindli Süleyman Nedevî efendi, Asrı Saadet tarihinde bunu şöyle tesbit etmiştir: “Resul-i Ekrem’in işareti gereğince dokuz yıl sonra peygamberin bu haberi gerçekleşmiş ve onun gerçekleşmesi “Bedir” zaferinin elde edilmesine rastlamıştır.” Bazılarına göre bu haber, hicretin altıncı yılında Hudeybiye antlaşması esnasında gerçekleşmiştir. Fakat bu doğru değildir. Bu anlayış hatasının sebebi şudur: Sahihi Buhari’nin açıkladığına göre Hz. Peygamber’in Hirakl’e gönderdiği mektubu taşıyan elçi, Suriye’ye ulaştığı zaman Hirakl, zaferini kutluyordu. Bu elçi, Hudeybiye andlaşması sıralarında gönderildiği için birçokları Hirakl’in o sıralarda zafer kazandığını zannetmişlerdir. Habuki, Hirakl, zaferi çoktan kazanmış ve onu kutlamak için Suriye’ye gelmiş bulunuyordu. Roma takvimine göre Hz. Muhammed’in peygamberliği, 609 yılında meydana gelmiş, doğu Roma ile İran arasındaki düşmanlık, 610’da başlamış, 13-14 yılları savaş içinde geçmiş, 616’da, Romalılar yenilmişler, 622’de karşı harekete geçmişler, 623’de galibiyete başlayarak 625’te kesin zaferi elde etmişlerdir. Yenilginin başlangıcıyla galibiyetin başlangıcı arasında dokuz yıl geçmiş olduğu gibi, kesin yenilgi ile kesin galibiyet arasındaki müddet de dokuz yıldan ibaret bulunuyor.

    Peygamberimizin hicreti, peygamberliğin on üçüncü yılı olduğu için (623) hicretin ikinci yılına rastlamış olur ki, “Bedir” de o yıldır. Demek ki, Rumlar, yenilgilerinin yedinci, savaşın ikinci yılı galib gelmeye başlamışlar ve onlar galib gelmeye başladığı sıralarda müslümanlar da “Bedir” günü müşriklere galib gelerek sevinmişlerdir. Bununla beraber savaş iki yıl daha devam etmiş, bu müddetle Rumlar, İranlıların işgal ettikleri bütün vilayetleri kurtararak düşmanlarını Dicle ve Fırat’ın gerilerine atmışlardır. Böylece tam dokuz yıl ve üç yıl sonunda kesin üstünlük tamam olarak “Birkaç yıl içinde galib gelecekler.” haberi her yönüyle gerçekleşmiştir. Şu halde bundan dokuz yıl önce, yani hicretten yedi yıl önce, peygamberliğin yedinci yılı Kur’ân, bu haberi verirken açıkça dokuz yıl da demeyip “Birkaç yıl” diye bir çeşit kapalılıkla ifade etmesinde de olaya uygunluk bakımından derin ve kapsamlı bir belağat ve geniş bir anlam varmış. Çünkü “bıd-ı sinin” (birkaç yıl) demekle hem galibiyet süresi olan üç yıla, hem yenilgi sonundan “Bedir”e rastlayan ilk galibiyete kadar olan yedi yıla, hem de kesin galibiyet süresi olan dokuz yıla uygun düşebilecek bir işaret vermiş bulunuyor ki, bunlardan birisi açıkça ifade edilseydi olayın bütün safhaları gösterilmiş olmaz ve dolayısıyla bu kapsamlı icaz tarzı bulunmazdı. Bir de bu açıklamadan asıl maksat, Rumların galibiyetinden çok, müminlerin ilâhî yardım ile sevinecekleri günün tarihini tesbit etmek olduğuna işaret edilmiş oluyor. Çünkü “birkaç yıl” kapalı olmakla beraber galibiyetin gerçekleşmesine bağlı olan “o gün” belirlidir. Bu bakımdan âyetin bu sevinç gününü gösteren mucizesi, Rumların galibiyetini haber veren mucizesinden daha şanlıdır.

    5-Böyle iken birçoklarının bundan habersiz olmaları ne kadar üzücüdür! Evet buyuruluyor ki: “Rumlar, yenilgilerinin arkasından birkaç yıl içinde galib gelecekler, önünde de sonunda da emir Allah’ındır. Onlar galib geldikleri sırada müminler de Allah’ın yardımıyla sevinecekler.” Bu nasıl olur demeyin. O kimi dilerse yardım eder, dilediğini muzaffer kılar. Yani O’nun yardımı sebeplere bağlı değil, sebepler O’nun iradesine bağlıdır. Dün İranlıları galib kılmış iken, yarın Rumları galib kılar. Bir de bakarsın hiç ümit edilmedik bir zamanda, tutar hiçbir kuvvetleri yok zannedilen müminleri hepsine karşı galib ve muzaffer kılar. Ve aziz O’dur. Rahîm O’dur. Hiç mağlup olma ihtimali bulunmayan izzet (güç, kuvvet) sahibi ancak O’dur. Tek rahmet edici olan da O’dur. Onun için de bir zaman olur, mağlubları galib kılar, müminleri sonunda zafere erdirir.

    6- Allah’ın vaadi. Bu anlatılan galibiyet ve yardım, öyle bir vaaddir ki, onu Allah Teâlâ vaad buyurdu. Allah, vaadinden caymaz. Dolayısıyla bunlar mutlaka gerçekleşecektir. Burada açık olarak iki vaad var. Birisi Rumların, mağlubiyetlerinden sonra galib gelecekleri; birisi de müminlerin, Allah’ın yardımı ile sevinecekleridir. Bu iki vaad, çok geçmeden gerçekleşti. Ebu Bekir (r.a.) bahsi kazandı. Bu şekilde bunun Hz. Muhammed’in peygamberliğini ispat eden ilâhî bir âyet, bir mucize olduğu ortaya çıktı. Bu yüzden birçoklarına hidayet yetişti, müslüman oldular. İnişi daha önce iken böylece mucizeliğinin gerçekleşip ortaya çıkışı daha sonra olması dolayısıyla, tertipte öbür sûreden sonraya konuldu. Orada “O’na Rabbi tarafından âyetler (mucizeler) indirilmeli değil miydi?” (Ankebût, 29/50) diye mucize isteyenlere karşı “Kendilerine okunmakta olan kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Şüphesiz ki bunda inanan bir kavim için bir rahmet ve bir öğüt vardır.” (Ankebût, 29/51) buyurulmakla buna işaret de olunmuştur. Şu halde bu iki açık vaad arasında “Önünde de sonunda da emir Allah’ındır.” ifadesiyle anlatılan diğer bir vaad daha vardır ki, Rumların, İranlılara galib geldikten sonra ilerde müslümanlara yenileceklerine işaret eder. Nitekim baştaki malum, mechul sigasıyla okunduğu takdirde Ebu Said el-Hudrî ve diğerlerinde rivayet edilen şâz kırâete göre: “Rumlar galib geldi, fakat onlar, bu galibiyetlerinden sonra ilerde mağlub olacaklar.” diye doğrudan doğruya bu mânâ açıkça ifade edilmiş olur. Bu ise öncekilerden daha uzak ve geleceğe ait olması bakımından daha önemli olan bir mucizedir. Fakat öbürleri gibi Hz. Peygamberin zamanında ortaya çıkmayıp, sonra gerçekleşeceğinden âyette işaretle gösterilip, peygamber tarafından açıklanmıştır. Gerçekten İranlılara galib gelen Hirakl’in kendi hayatında Rum orduları, Hz. Ebu Bekir’in halifeliği zamanındaki Yermük savaşından itibaren İslâm mücahitleri karşısında yenilmeye başlayarak, Hz. Ömer zamanındaki Şam fetihlerinden tâ İstanbul’un fethine kadar devam etmiş ve böylece bu mucize de tam olarak gerçekleşip ortaya çıkmıştır.

    Bir de Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhit isimli tefsirinde şunu kaydetmiştir: Şeyh üstaz Ebu Cafer b. Zübeyr anlatırdı ki, Ebu’l-Hakem b. Berrecan, müslümanların Beyt-i Makdis’i (Kudüs’ü) fethedeceklerini ilâhî sözünden zaman ve günü belli olarak çıkarmıştı. Ve İbnü Berrecan kendisi fetih için tayin ettiği zamandan önce vefat etti. Vefatından bir zaman sonra da müslümanlar onun tayin ettiği zamanda Kudüs’ü fethettiler. Anılan Ebu Cafer, bu Ebu’l-Hakem b. Berrecan’ın, Allah’ın kitabından çıkararak gayb olaylarına dair birtakım şeylere vâkıf olduğuna inanırdı.” Muhyiddin Arabî de bu Kudüs fethi hakkındaki istihracdan (âyetlerden hüküm çıkarma işinden) bahsetmiştir. Demek olur ki, âyette ancak Allah’ın dostlarına açıklanan daha başka işaretler de vardır.

    Alûsî, tefsirinde de der ki: “Muhyiddin Arabî, Irakî ve diğerleri gibi irfan sahiplerinin, Kur’ân’ı Kerim’den gayba ait bilgiler çıkardıkları meşhurdur”. Bu, birtakım hesap kaideleri ve harflerin amelleri üzerine kurulmuştur ki, onlara dair seleften bir şey gelmemiştir. Hz. Ali (k.v.)’ye: “Resulullah size başkalarından gizlediği bir sır söyledi mi?” diye sorulmuştu. Dedi ki: “Hayır, ancak Allah Teâlâ’nın bir kuluna kitabında bir anlayış vermiş olması müstesna.” Fakat insanların çoğu bilmezler. Yani bunların Allah vaadi olduğunu ve Allah’ın vaadinin mutlaka yerine geleceğini bilmezler.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin