Can Dündar’ın ‘suç isnatları’ üzerine… (2)

YORUM | RAMAZAN FARUK GÜZEL

Her ne zaman günümüz mağduriyetlerinden konu açılacak olsa hemen Ergenekon davaları döneminde yaşanmış bazı “mağduriyetler” gündeme getiriliyor. O dönem yaşanan birkaç örnekler üzerinden, bugün yüzbinlere yaşatılan mağduriyetler örtbas ediliyor.

Ergenekon denildiğinde 3 mağduriyet nazara veriliyor;

– Kanser hastası Türkan Saylan’ın evinde arama yapılmış olması,

– Tutuklanması talep edilen Yarbay Ali Tatar’ın şüpheli intiharı,

– İşadamı Kuddusi Okkır’ın içeride iken hastalanması ve bilahare kanser olduğunun anlaşılması ve eşinin raporu sunması üzerine cezaevinden çıkarılması ve sonrasında vefatı.

Tekrarla, altını çize çize diyorum ki; geçmişte olduğu kadar bugün de yaşanmakta olan bütün bu mağduriyetler, kayıplar çok üzücü, toplum vicdanını yaralayan hadiseler!

Devletin ve idarenin bütün bu ve benzeri işlemlerinden, kusurlarından da devlet –kusursuz- sorumludur (Anayasa 125. Madde). 2002-2019 arasında iktidarda bulunan AKP’nin 17 yıllık (ve halen devam etmekte olan) iktidarı döneminde meydana gelen bütün kusurlardan, suçlardan devleti temsil eden bu hükümet (hukuken de, siyaseten de) sorumludur.

Dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, Okkır’ın sağlığı için cezaevinde gerekli tedbirlerin alınmadığı iddiaları ile ilgili olarak, “Olayın incelenmesi için müfettişler görevlendirdiğini, yapılan incelemelerin ardından, suçlu bulunanların cezalandırılacağını söylemişti. Fakat incelemeler sonucunda, “bir ihmal olmadığı” gerekçesiyle kimse hakkında bir işlem yapılmamıştı. Eğer ortada bir ihmal, bir kasıt, bir suistimal var idiyse ve bununla ilgili gerekli tedbirler alınmadıysa ve dolayısıyla da bir kayıp oluştuysa ilgili soruşturmalarda bunlara dair gerekli tespitler yapılmadıysa… Devlet ve onu idare edenler bundan da sorumludur.

ALİ TATAR OLAYI

Sayın Can Dündar yazısında bahsetmese de yeri gelmişken Ali Tatar’ın ölümüne yer verelim. “Amiraller Suikasti” soruşturmasında adı geçen Yarbay Tatar o dönem 9 gün tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılmış, bilahare tekrar tutuklanması talep edildiğinde intihar ettiği, sebebinin de “tekrar tutuklanma korkusundan olduğu, bunun da Cemaat’in, Cemaatçi yargı mensuplarının suçu olduğu” ifade edilmişti…

Her ne sebeple olursa olsun genç bir subayın hayatını kaybetmesi ülke adına büyük ve acı bir kayıptır.

Bir askerin ölümü bir kaç savcının üstüne atmak, en basit ifadeyle kolaycılıktır, asıl sorumluları es geçmektir. Ayrıca oradan da yüzbinlerce insanı mesul tutup işkenceler yapmak hakkaniyetin hiç bir unsuruna sığmaz. Öncelikle Tatar’ın ölümü ile ilgili rapora ve iddialara çok dikkat etmek gerekir. Kamuoyuna yansıyan çok ciddi iddialar var bunlara dair hemen hiç bir araştırma yapılmadı ve iddialara dair bir yalanlama yapılmadı henüz.

İlgililer hatırlar; Yarbay Ali Tatar: tekrar tutklanması talep edildiğinde 19 Aralık 2009’da evinin banyosunda ölü bulunmuş, “intihar” denilmiş ama olay yeri incelemede silahta kendisine ait parmak izi bulunamamıştı. (Olay yeri inceleme, svap incelemelere dair ayrıntılı raporlar açık kaynaklardan yeterince yer alıyor, o yüzden kısa geçiyorum.)

Ergenekon davalarındaki şaibeli ölümleri Ali Tatar ile sınırlı değil. Bir dizi ölümleri sıraladığımızda ortada ne denli ürkütücü bir komplonun olduğu görülecektir:

– Albay Birol Atakan: Dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Yener Karahanoğlu’nun emir subayıydı ve Özden Örnek’in döneminde karargahta görevliydi. Darbe günlüklerinin ortaya çıkmasına vesile olduğu konuşuluyordu ki 2 Mayıs 2007’de Ankara’da “trafik kazasında öldü” denildi!

– Emekli Albay Belgütay Varımlı: Milli Savunma Bakanlığı Teftiş Kurulu eski başkanıydı ve Darbe planlarını dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’e ve başbakanlığa bildiren kişi olduğu söyleniyordu ki 21 Kasım 2009’da Kadıköy’de “evinin balkonundan düşerek öldü” denildi!

– MİT’çi Kaşif Kozinoğlu: Odatv davasında tutuklandıktan sonra mahkemeye ifade vermek için başvurmuştu.12 Kasım 2011’de Ergenekon Sanığı Albay Hasan Atilla Uğur’la birlikte kaldığı koğuşunda ölü bulundu ve “kalp krizi” denildi!

– Hakim Albay Tanju Ünal: Deniz Kuvvetleri Komutanı İhami Erdil’i yargılayarak rütbelerini söktürmüştü, Hizbullah ve Ergenekon hakkında birçok bilgiye sahipti. 26 Haziran 2009’da makam odasında ölü bulundu ve yine “intihar” denildi…

– Yüzbaşı Olgun Ural: Adı Ali Tatar’la birlikte anılıyordu ki Tatar gibi bir veda mektubu ile (24 Mart 2009’da) evinde ölü bulundu, “intihar” denildi!

– Deniz Yüzbaşı Doğan İlhan: Onun da adı Ali Tatar gibi “Amirallere Suikast Soruşturması”nda geçiyordu, Tatar’ın yakın arkadaşı idi ve “Tatar’ın intihar mektubu(?)”nda da adı geçiyordu. Ve 21 Eylül 2010’da evinde ölü bulundu ve buna da “intihar” denildi!

Liste böyle…

Nato’nun “soğuk savaş” döneminin son gladyo kalıntısı Ergenekon’un aydınlatılmaya çalıştığı esnada başta Ali Tatar olmak üzere bu önemli isimlerin şaibeli ölümlerinden kimler sorumludur sizce? Bunun cevabını da Can Dündar gibi tecrübeli araştırmacı gazeteciler verecektir, onların inisiyatifine bırakıyorum.

“SUÇLARDA ŞAHSİLİK”..?

“Cemaat’in suçu” olarak ifade edilen Ergenekon davalarında görev almış hakim savcılarla ilgili olarak:

– Hepsi de Cemaat mensubu mudur? (Kaldı ki yarısına yakını halen görevdeler, hem de önemli yerlerde…)

– Cemaat talimatı ile mi hareket ettiler?

– İnsanlara zarar verme, adaletsizlik yapma, intikam/ rövanş kastı ile mi işlemler yaptılar?…

Bütün bunların da cevaplandırılması lazım. Bu vb dosyalarda görev almış kimselerin ilk fırsatta konuşup, sorulara açık yüreklilikle cevap verip açıklığa kavuşturmaları çağrıları yapıyorum nicedir… Şu ana kadar somut bir cevap alamadım.

Fakat son yazımla ilgili olarak sosyal medya hesabından bazı önemli mesafelar aldım. “Ergenekon dosyalarında kısa bir dönem görev aldığını” ifade eden ve Savcı olduğunu anladığım bir kişi özetle;

‘Tamamen görevlerini yapmaya çalıştıklarını, Kuddusi Okkır dosyasında sonuna kadar hassasiyetle hareket ettiklerini, kendilerine kati rapor gelir gelmez de tahliye ettiklerini’ ifade ediyordu.

Hakim olduğunu öğrendiğim bir başka birinden de bir mesaj aldım… Anlattıkları, o dönem Silivri’de görev yapmış, sonra sürgün yemiş ve bilahare ihraç olmuş bir hakim meslektaşımın anlattıkları ile örtüştüğü ise, ifadelerini ciddiye alıp aktarıyorum:

“Kuddusi Okkır’ın eşi bizzat Soruşturma Savcısı’na giderek eşinin tahliye olmaması yönünde ricacı oldu. Kuddusi Okkır’ın tedavisi hem zahmetli, hem de masraflı idi. Eşi de kendilerinin sosyal güvenceleri olmadığından pahalı olan kanser ilaçlarını alamayacaklarını, tutuklu olduğu için ilaçlarının ve tedavilerinin devlet tarafından karşılandığını, hastanede kendilerine müstakil bir oda verildiğini ve eşinin yanında rahatça refakatçi kaldığını, tahliye olması halinde bu imkanlardan istifade edemeyeceklerini söyleyip bizzat tahliye edilmemesi için ricacı olmuştu.”

Sayın Okkır’ın eşi de halen hayatta, bu bilgi ve görüşme kendilerinden teyit edilebilir. O da bütün açık yürekliliği ve dürüstlüğü ile bunları aydınlatacaktır. (Fakat bu kadar baskının ve algı operasyonunun olduğu bir ortamda nasıl sağlıklı bir bilgi alınabilir, o da ayrı bir soru işareti… Fakat rahmetli Kuddusi Okkır’ın sayın eşi, dosyanın hakim ve savcıları ile olan görüşmelerine dair bir açıklama yapacak olursa ve şahsıma iletirse buradan yayınlamaya da hazırım, bekliyorum.)

SORUMLULUKLAR…

Şimdi, öyle veya değil… Diyelim ki bu savcıların gerçekten de ihmalleri, suistimalleri vardı. Cevaplanması gerekenler:

– Ortada bir suç varsa bunları soruşturması ve ilgililere ceza vermesi gereken kurumlar yok mu (Adalet Bakanlığı, HS-Y-K…)?

– Anayasa’nın “Suç ve cezalara ilişkin esaslar” Madde 38’ye göre “Ceza sorumluluğu şahsi” ise, bu 3-5 savcının –varsa bir suçu- diğer muhreç 5 bin hakim savcının suçu, günahı ne? İçeride göstere göstere öldürülen yargı mensupları Yargıtay üyesi Mustafa Erdoğan’ın, HS(Y)K üyesi Teoman Gökçe’nin, “içeride intihar etti” denilip de öldürülen Savcı Seyfettin Yiğit’in suçu günahı nedir ki?

– “Suçu var” denilen Ergenekon savcı- hakimlerinin diğer meslektaşlarını geçtim;

Mesela içeride işkencelerle öldürülen öğretmen Gökhan Açıkkollu’nun, ilaçları verilmeyerek öldürülen öğretmen Halime Gülsu’nun, Doç. Ahmet T. Özcerit’in ve içerilerde türlü işkence ve kötü muamelelere, tecavüzlere maruz bırakılan onbinlerce insanın suçu ne?…

Bu sorular uzar gider… Fakat Can Dündar’ın ve eski gazetesi Cumhuriyet’in başına gelenler üzerinden bir kıyas ile meseleyi özetlemek istiyorum. Hatırlarsınız, Ergenekon Davası ile birlikte gazetenin o dönem genel yayın yönetmeni olan İlhan Selçuk “örgüt yöneticiliği” iddiası ile gözaltına alınmıştı. (O dönemde başka tutuklamalar da olmuştu.) Fakat gazetenin başındaki kimse bir örgüt yöneticiliği ile suçlandı diye diğer gazete çalışanları suçlanmamış, gazete de toptan bir sorumlu tutulma, kapatılma muamelesi ile karşılaşmamıştı.

Olması gereken de zaten bu idi!

Devran değişti, bu sefer de Can Dündar’ın GYY yaptığı dönemde Cumhuriyet’te manşetten çıkan “MİT Tırları” haberinden sonra kendisi ve Erdem Gül hakkında örgüt üyeliği dair bir dizi davalar açılmıştı. Sonrasında hem onlar hem de gazetenin bir grup yazar, çizeri için “FETÖ üyeliği”nden dava açılmış, hatta mahkumiyete hükmedilmişti. Sonrasında da adeta gazetede post modern bir iç darbe yaşanmış ve yönetimi baştan ayağa değişmişti.

Fakat bu süreçte de kimse gazetenin ve gazetecilerin tamamını/ toptan suçlamamıştı.

Olması gereken de bu idi zaten…

Zira Anayasa’da ve TCK’da yer alan “suç ve cezalarda şahsilik ilkesi” bunu gerektiriyordu… Herkes için olması gereken bu ilke Cemaat ile irtibatlandıran iddia ve davalarla ilgili de neden olmasın?

BİR UMUT…

Bütün bunları Can Dündar ve diğer araştırmacı- gazetecilerin çok iyi irdeleyeceğini umuyorum.

Özellikle Sayın Dündar bu konuda çok hüsnüzan ettiğim birisidir. Yakın zamanlarda da isim vermeden bir mesajıma dair yapmış olduğu paylaşım beni çok duygulandırmıştı. Bir arkadaşımın “Dündar senden bahsetmiş, bir baksana” demesi üzerine izlediğim haber videosunda Tahir Elçi’nin öldürülmesi ile ilgili olarak “Keşke, ‘gel başkan bizi burada yaşatmazlar’ diyebileyseydim” diye başlayan sosyal medya paylaşımımı çok yürekten yorumluyordu.

Dündar, aynı zamanda iyi bir edebiyatçı, şair fıtratlı birisi…. Şimdilerde kitaplarını tekrar okumaya başladım. Bu dönemin mağdurlarının, dik durmaya çalışanların kitaplarını sil baştan okuyorum ki, yeni gözle tekrar tetkik edebileyim diye. (Bu düzenin maşası olduğunu gördüğüm nice kerli felli adam dediklerimin kitapları da çöp oldu. Zaten arkamda bıraktığım kütüphanem tamamen heba olmuştu da…)

Fakat Türk solunda, aydınında şöyle bir önkabul de var:

“Dindarsa hepsi aynıdır, hepsi kötüdür” şeklinde… Kötülüğe mahkum etmede bu toptancılığın etkisi büyük. Bu konuda sağ kitlenin önyargısını, toptan şeytanlaştırmacılığını hiç saymıyorum bile! Umutsuz vakıa…

Fakat benim hala bir umudum var, özellikle de yurtdışına çıkmış ve olayları kuşbakışı perspektiften görüp değerlendirebilme imkanı elde etmiş kimselerden yana… Özellikle de Can Dündar gibi yetkin gazeteci ve yazarlardan… Olmasa da ben yine diyeceklerimi demiş olayım.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin