Bir son mohikan olarak Ali Fuat Başgil [Türk Sağı’nın hikâyesi-9]

YORUM | KEMAL AY

Türk sağına dâhil ettiğimiz muhafazakâr camiada çok ciddi münevverler de mevcut elbette. Sadece ‘ateşli üsluplarıyla’ ya da ‘polemikleriyle’ değil ilmi çalışmaları ve ‘talebe yetiştirmeleriyle’ ön plana çıkmış isimler bunlar. En çok bilineni muhtemelen Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’dir. Paris’te gördüğü kapsamlı hukuk eğitiminin ardından döndüğü Türkiye’de, kelimenin tam manasıyla ‘âkil adam’ hâline gelmişti Başgil. Yüksek bürokraside, bilhassa askerler arasında yazılarının ve konferanslarının takipçisi çoktu. 1937’de Hatay bağımsızlığını kazandığında, Hatay Anayasası’nı yazacaktı. Bundan sonraki süreçte 27 Mayıs’a kadar İstanbul Üniversitesi’nde dersler verdi. Milli Birlik Komitesi’nin (MBK) darbeden sonra belirlediği 147 akademisyen arasında yer alarak görevinden uzaklaştırıldı. Başgil’in Fransızca olarak kaleme aldığı 27 Mayıs’ta ne olduğunu anlatan risalesi, Türkiye’de yargılanmasına sebep oldu.

Rivayete göre Başgil, 27 Mayıs’tan kısa süre önce Celal Bayar ve Adnan Menderes’i ziyaret etmiş ve kutuplaşmanın giderilmesi için bir takım önerilerde bulunmuş. Ancak ihtimal ki Bayar ve Menderes, hiçbir gücün kendilerini o makamdan indiremeyeceğini ve kutuplaşma ne raddeye giderse gitsin sonunda kendilerinin ‘galip’ çıkacağını düşünmüşlerdi. 27 Mayıs’tan sonra bunun böyle olmadığı görülecekti. Başgil bir süre, MBK’nın tarafsız davranabileceğine ihtimal verir fakat CHP’nin iktidar yapılmaya çalışılması ve bilhassa cumhurbaşkanlığı için adil bir seçim yerine Cemal Gürsel’in hazırlanması, ümitlerini suya düşürecektir. Hâl böyle olunca 1961’de Samsun’dan senatör seçilir ve cumhurbaşkanlığına aday olmaya uğraşır. Halkta karşılığı olan, sevilen biridir Başgil fakat cuntacı askerler onu tehdit ederek adaylığını geri çekmesini, hatta ülkeyi terk etmesini sağlar. 1965’te Adalet Partisi’nden İstanbul milletvekili seçilerek geri döner fakat, iki yıl sonra vefat edecektir.

FEVZİ ÇAKMAK’IN CENAZESİNDE ÇIKAN OLAYLAR

Ali Fuat Başgil’in saygın bir hukukçu ve tarikat ehli biri olması, Süleyman Demirel hükümetinden Diyanet İşleri Başkanlığı teklifi almasına yol açar fakat Başgil bunu kabul etmez. Gazete yazılarını sürdürür, Gençlerle Başbaşa gibi ‘ahlak’ eksenli bir kitap yazar. Başgil’in en önemli eserlerinden birisi Din ve Laiklik’tir. Tanzimat’tan bu yana ‘din serbestisi’ (laiklik) hakkında doğru düzgün bir çalışma olmadığı ve bu sebeple herkesin aklına eseni söylediği şikayetiyle başlar kitap. Sonra da 17 Mayıs 1943’te İçişleri Bakanlığı’ndan Sebilürreşad dergisinin Hz. Muhammed’le ilgili sayısının toplatılmasına ilişkin gönderilen gerekçeyi koyar. Bunun ‘din serbestisi’ değil, din aleyhine serbestlik, din lehine ise sansürcülük olduğunu belirtir. Kitabın yazılma sebebi, 1950’de Mareşal Fevzi Çakmak’ın cenazesinde çıkan ve ‘irticai kalkışma’ olarak nitelenen olaylar sonrasında öğrencilerinin bu konuda bir konuşma yapmak için ısrar etmesiydi.

Bu arada Fevzi Çakmak, CHP’de İnönü ve ekibine karşı 1946’da kurulan Demokrat Parti’ye geçmiş, orada da yönetimle anlaşamayarak Millet Partisi’ni kurmuştu. CHP’yi ve DP’yi aynı noktadan eleştiriyordu: Dine sırt çevirmek. Nitekim Ali Fuat Başgil de, 1950’lerin başında kaleme aldığı kitabının ikinci baskısı için yazdığı önsözde (1954), imam hatip mekteplerinin açılmasını, yüksek din enstitüsünün kurulmasını sevinçle karşıladığını aktarırken, din adına ‘reformcu’ hareketlere kalkışan fakat dinden bîhaber insanlardan şikayet ediyordu. Başgil’in kitabının ilk bölümü dine karşı ilmî tenkitin tenkiti şeklinde ele alınabilir. 18. yüzyıl Fransız ansiklopedistlerinden başlayarak, bugüne kadar din aleyhine söylenmiş sözleri nakledip bunların ‘yanlışlarını’ belirtiyor. Daha sonra da kendi zaviyesinden ‘Din nedir?’ sorusunu cevaplıyor.

DEVLETİN DİN ÜZERİNDEKİ KISITLAMA HAKKI

Kitabın ikinci bölümü din hürriyeti fikrine ayrılmış. Burada dinin varlığından doğan hakları tanımlıyor tek tek. İnanma hakkından, dinin emirlerini yerine getirme hakkına kadar pek çok meseleyi hukukî bir perspektiften ele alıyor. Devletin imanı yasaklayıp müdahale edemeyeceğini savunan Başgil, mesele umumî ibadete geldiğinde ilginç bir yaklaşım geliştiriyor: Devlet, dinî hükümlerin içeriğine, nasıl icra edilmeleri gerektiğine karışamaz fakat eğer ibadet ‘toplumsal’ bir hâl alırsa, bu kez laik devleti ilgilendirir ve devlet ‘yasaklamaya kadar’ bir takım tedbirler alabilir. Başgil’in buradaki yaklaşımı daha ziyade, ferdî iman ve ibadeti korumaya yöneliktir. Fransa’da Katoliklerin bazı ayinlerinin devletçe yasaklanmasını örnek vererek, toplumsal meselelerde devlete imkân tanır. Aynı şekilde dinle ilgili ‘talim, tedris, neşir ve telkin’ konularında devlet bir düzenleme getirebilir ve fakat bunu ‘istisnai’ hükme bağlayamaz. Daha sonra da dine tabiiyet ve gerektirdiği ibadetleri yerine getirme hususlarında Başgil, ‘ortada’ bir pozisyon alıyor.

Burası önemli çünkü Başgil’in bu tutumu kitabın önceki baskısında eleştirildiği için ikinci baskıda, ‘Müslümanları memnun etmekten uzak’ bu yaklaşımı daha dikkatle ancak ‘hakikatşinas’ bir şekilde ele alacağını belirtiyor. Türkiye Cumhuriyeti devletinin artık ‘emri bil maruf nehyi anil münker’ çizgisinde olmadığını, bu sebeple laik yasalara uyulması gerekeceğini vurguluyor. Fransa’da Kilise Hukuku ile Medeni Hukuk arasındaki çelişkiler sonunda kilisenin kendi duvarları arasına çekilmesini örnek veriyor. Sonuç olarak da eğer şartlar zorlanırsa dinle devletin mücadelesine tanık olunacağını, bu durumda da muhakkak dinin kaybedeceğini belirtiyor. Dindarlar için devletten tek bir beklenti olabilir, diyor: ‘Gölge etme başka ihsan istemem.’

‘DİNİN SALTANATLAŞMASI’

Kitabın üçüncü kısmı ‘Laiklik Nedir?’ bahsi. Burada öncelikle din hürriyetinin tek bir düşmanı olduğu vurgulanıyor: Taassup. Dini ve siyasi taassubun aynı kapıya çıktığını söyleyen Ali Fuat Başgil, daha sonra ‘laiklik münkirlik değildir’ diyerek dindarlara hitap ediyor. Bir kez daha vurguluyor: II. Mahmut’tan bu yana ‘dini bir devlet’ olmaktan uzaklaşılmıştır ve artık din devleti için çabalamak İslam’a zarar vermek anlamına gelir. Mesele çetrefilli olduğu için de yasalarda değil fakat fiiliyatta, pratikte bazı uygulamalar önerir. Mesela sivil nikahtan sonra, dileyenin dini nikah da yapabileceğini öğütler. Ardından da ‘din devleti’ meselesinin zararlarına odaklanır: ‘Bir din için en büyük tehlike, hâdimlerinin [hizmet edenlerinin] memurlaşması, kürk ve saltanat hırsına düşmesidir’ (sf. 166). Başgil’e göre terakkiye mani olan ‘din’ değil, ‘dinin saltanatlaşması’dır.

Kitabın sonraki bölümü Türkiye’de din ve devlet münasebetlerinin kısa tarihini aktarır. ‘Dine bağlı devlet’ sisteminden aşama aşama laiklik sistemine geçiştir bu. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu kapattığı din eğitimi müesseseleri ayarında bir din eğitimi veremediği cihetiyle eleştirir. Devletin dinle ilgili ‘haddi olan’ uygulama alanını aşarak, bir takım ‘irtica faaliyetleri’ bahanesiyle ‘haddini aşan’ noktalara müdahale etmeye kalkışması, din-devlet ilişkisini terörize etmiştir. Ali Fuat Başgil, devletin dinî eğitimi bir şekilde yeniden faaliyete geçirmesinden memnuniyet duyacaktır. Çünkü ona göre ‘yüzde 85’i köylerde yaşayan, yüzde 65’i okuma yazma bilmeyen’ halkın ‘maneviyatla olan bağı’ koparıldığında, büyük sıkıntılar doğacaktır: ‘Türkiye’miz gibi kültürü henüz gelişmemiş geniş halk kitlelerine dayanan bir memlekette, hayata ve cemiyete sırf maddi ve iktisadi bir köşeden bakarak, maneviyat terbiyesini ihmal etmekle, siyasi rejim ne olursa olsun, tehlike vardır’ (sf. 202). Bunun için de Diyanet teşkilatının, tıpkı üniversiteler gibi, özerk olması gerektiğini savunur.

BAŞGİL’İN MUTEDİL DURUŞU

Kitabın son bölümü, ‘Zamanımızda İlim ve Din Mücadelesi’ başlığını taşıyor. ‘Dine karşı fikirlerinde samimi’ bir genç ile görüşmesini ve ona cevaplarını aktarıyor Ali Fuat Başgil. Bir de ‘din alimi’ kıtlığından şikâyet ediyor. Burada ele aldığı meselelerin özeti, dinin ‘sübjektif’ denilerek bir köşeye atılmaya, adeta inzivaya çekilmeye zorlanması. Dinin nas ve nakilden ibaret olmadığını, ilim ve felsefeden ayırmanın yanlış olacağını belirtiyor. Ancak dinin nasları olduğunu ve bu nasları da nakillerden öğrendiğimizi vurguluyor. Ardından geçmişten bugüne akıl ve nakil arasındaki ‘mücadeleyi’ ele alıyor ve kendi görüşünü ortaya koyuyor. Bir hukukçu olarak ‘içtihat’ bahsini akıl ve nakil arasındaki bir ‘ortayol’ olarak gördüğüne şahit olabiliriz burada. Bilhassa dini hükümlerin günümüze uygulanmasında aklın rehberliğinin önemine vurgu yapıyor. Kitabın son bölümündeki ‘İslam’da reform gerekir mi?’ sorusuna verdiği cevap da, benzeri bir düşünceye dayanıyor.

Ali Fuat Başgil’in temsil ettiği ‘mutedil duruş’ ne 1950’lerin siyasetinde ortaya konabildi, ne de daha sonraki dönemlerde adamakıllı sergilenebildi. Bir hukuk adamı olarak Başgil, ‘uzlaşma’ kavramının toplumlar için ehemmiyetini fark etmişti. Zamanının şartlarını biliyor, buna uygun şekilde, modern bir devlette dindar bir toplumun nasıl yaşayabileceğine dair fikirler geliştiriyordu. Yukarıdaki satırları okuyanlar, Başgil’in Bediüzzaman Said Nursî ile benzer düşüncelere sahip olduğunu fark edebilir. Ancak Başgil bir din otoritesi değildi. Akademisyen ve siyasetçiydi. Müslüman vatandaşlara yol göstermeye çalışıyordu. Özgürlükçü bir insandı. Şahsi hayatla toplumsal hayat arasında ayrım yapacak kadar ‘modern’ bir şehirliydi. Eserleri, ‘sağ cenah’ içerisinde pek rastlanmayacak derecede ‘akademik’ hassasiyet taşıyordu.

Yazı dizisinin bu bölümünde Ali Fuat Başgil’i anmamın iki önemli sebebi var: Birincisi, daha önce de dediğim gibi Türk sağı bu devirden sonra pek ‘düşünce’ üretmiş değil. Siyaset ve ticaretteki başarı, onlara yeterli oldu hep. Dolayısıyla Ali Fuat Başgil gibi insanlar pek yetişmedi. İkincisi ise sonraki yazıda ele alacağım sağ-sol çatışmalarının arka planında hep canlı bir şekilde görülen ve özellikle 12 Eylül’den sonra hayatımızı daha da belirleyen dindarlık-laiklik bahsini Başgil’le başlatmak uygun olacaktır diye düşündüm.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin