Bir hayırhâh bulmaya cesaretiniz var mı? [Kemal Ay]

Ramazan Notları – 2

‘Hayırhâh’ kelimesi, Arapça ‘hayr’ kökünden Farsça ‘hâh’ eki ile türetilmiş. ‘Hayrını isteyen’ demek. İlk kez bu kelimeyi duyduğumda kardeşlik hukukundan biraz farklı olduğunu düşünmüştüm. İslam’ın inananlar arası ‘kardeşliği’ tesis eden nasihati, daha ziyade birbirine yardımcı olma, birbiriyle dayanışma içinde olma eksenliydi. “Kendin için istediğini kardeşin için de iste!” Hadis-i Şerif’i bunu anlatıyordu sanki.

İşin tarihsel bir boyutu da vardı. Müslümanlar, İslam’ın ilk döneminde, yani Peygamber Efendimiz’in (sav) hayatı seniyyeleri boyunca ‘azınlıkta’ yaşamışlardı. Bu anlamda ‘dayanışma’, birbirinin hâmisi, yardımcısı olma zaruri bir ihtiyaçtı. Bu dayanışma, sadece dünyayı değil ahreti de kapsadığı ölçüde, ‘hayırhâhlık’ kapısını zorluyordu.

Bir ‘azınlık’ topluluğu içerisinde, dışarıdaki çok sayıda ‘düşman’ varken ‘kardeşlik hukuku’ oluşturmak nispeten kolay görünüyor. Elbette bu durumda bile vesveseler çok olacak, vehimler insanın zihnini bulandıracaktır. Ancak ‘dayanışma’ genelde mağdur durumdakilerin hasletidir.

Fransız İhtilali’nin yaygın sloganı olan ‘özgürlük, eşitlik ve kardeşlik’ üçlemesinin ‘kardeşlik’ kısmı Üç Silahşörler’deki “Hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz için!” dayanışmasını çağrıştırır. ‘Zalim ve yozlaşmış krala karşı’ ancak bu kardeşlikle mücadele edilir çünkü.

KARDEŞLİĞİN ÇERÇEVESİ ÇOK DEĞİŞTİ

Ancak topluluklar büyüdükçe, azınlık topluluğundan bir şehir ahalisine dönüştükçe Müslümanların birbirlerini ‘kardeş’ görme imkânlarının da azaldığı, günümüzde hissedilebilen bir husus. Çünkü bu ‘kardeşliğin’ pratik bir karşılığını görmek her zaman mümkün olmuyor. Evler, mahalleler ayrılmış, haberleşme sıklığı azalmış, gündelik hâlden haberdar olmak zorlaşmış. Camide, sohbette, çeşitli bir araya gelmelerde karşılaşıldığında ‘her şey yolunda’ gibi görünüyor muhtemelen.

‘Modern hayatın insanı yalnızlaştırması’ sadece modernitenin bir sorunu zannetmek ahmakça. Modern hayatın kurgusunda ‘insanları yalnızlaştıralım’ diye bir ülkü olduğunu düşünmek de. Bu aslında toplumun büyümesinin, şehirleşmenin ve ‘hayatta kalma odaklı’ bir hayat tarzından, ‘iş ve çalışma odaklı’ bir hayat tarzına geçişle alakalı.

Azınlık topluluğundan yerleşikliliğe geçtikçe, Batılı ya da Doğulu her toplumda ‘yalnızlaşma’ ve ‘uzaklaşma’ görülecektir. Ailelerin farklı coğrafyalara savrulması sadece ‘modernitenin’ kabahati değil. Kalabalıklaşmadan doğan bir ihtiyaç.

CAHİLİYE TOPLUMU DÖNÜŞÜRKEN

Bu noktada ‘hayırhâhlık’ şehirli insanlar arasında doğabilecek bir anlaşmaya dönüşüyor. Ya da ben öyle anlamak istiyorum. Ancak burada yine İslam’ın ‘kardeşlik’ nasihatine dönmek gerekli. Cahiliye döneminde ‘kan bağı’ ile belirlenen toplumsal konum, İslam’ın gelmesiyle bu geleneksel yapıdan uzaklaşıyor. Birbiriyle akrabalık bağları olmayan (hatta düşman kabilelerden olan), hatta sınıfsal olarak da birbirinden çok uzak olan (zengin tüccar ile köle) kimseler bir araya gelip bir ‘kardeşlik hukuku’ oluşturuyor. Tarihsel olarak Müslümanların uzunca bir süre ‘azınlık’ pozisyonunda kalması, bu yeni dokunun kaynaşması için zemin hazırlıyor.

Peki, bu insanları ne bir araya getiriyor? Elbette aynı duygu ve düşüncede olmak. Hayatı benzer koşullarda yaşamak, benzer sıkıntılar çekmek, benzer amaçlara sahip olmak. Ancak şehirleşmenin bir sonraki aşaması olan küreselleşmeyle birlikte, dünyada çok çeşitli kültürlerde Müslümanlar olduğu anlaşıldığında, durum bir kat daha zorluk kazanıyor. Kültürün zamanla dinin özündeki ‘hayatın amacı’ duygusunu körelttiğini, İslam’ın ilk zamanlarındaki o ‘tazeliğin’ kaybolduğunu görmek mümkün.

Buna bir de tarihsel farklılıklar, çatışmalar, karakter zaafları eklenebilir. Böylece karşımıza, ‘kardeşlik hukukunun’ yeniden tanımlanması gerekliliği çıkıyor.

KARDEŞLİK Mİ, DOSTLUK MU?

Hayırhâhlığın felsefî karşılığı bu sebeple ‘dostluk’ kavramının içinde daha da belirginleşiyor. Akrabalık bağlarına sahip olmadan, belki aynı şehirde, aynı kültürde bile büyümeden, sırdaş ve yoldaş olabilmek… Bu noktadaki dostluk, ‘kardeşlik hukukunu’ da içine alarak, günümüzdeki birey merkezli yaşama dâhil edilebilir hâle geliyor.

Birey merkezli yaşamayı negatif ve pozitif yanlarıyla ele almak mümkün. Aklınıza çok kez negatif çağrışımlar geleceği için pozitif olanına bakalım: Evvela kişinin kendi ihtiyaçlarını kendi çabalarıyla giderebilmesi, ‘bağımlı’ olmaması, onu özgürleştirir. İkinci aşamada kişi, kendisiyle ilgili ‘bilinç’ sahibi olduğunda, daha tutarlı bir ‘şahsiyet’ (karakter) edinebiliyor. Etrafındaki insanlarla kurduğu ilişkiyi de bu ‘sabite’ ekseninde, bir güven duygusu içinde kurabiliyor. Hiç kimseye güvenmeyen insanların, evvela bu ‘şahsiyet’ inşasında başarısız olduğu, uzmanların yorumu.

Farklı kültürlerle, farklı karakterlerle anlaşabilmeyi başaran ve kendi içinde ‘karakterini’ (duygu ve düşünce dünyasını, hayattaki amacını) kurgulayabilen kişi, bir adım sonrasında ‘muhasebe duygusu’ ile yaşamayı öğrenerek, inşa ettiği yapıyı sürdürebilmeyi keşfediyor.

MUHASEBE DUYGUSU YETERLİ DEĞİL

Ancak muhasebe duygusunun her daim ‘içeriden’ beslenebilmesi mümkün değil. Hele ki burada bir başka etken daha karşımıza çıkarken: Farklı kültürler, farklı insanlarla birlikte yaşarken, hayatın da çok hızlı bir şekilde akıp gitmesi, insanın durup düşünmeye vakti dahi olmaması gibi etkenler, ‘muhasebe duygusu’nun altını oyan unsurlar. Bu noktada insan yapmakta olduğu işlerin ‘dışarıda nasıl algılandığı’ ile tatmin olur. Bir nevi ‘muhasebeyi’ ilkeler ve prensipler ile değil, dışarıdaki algı etrafında örgüler ve hata eder.

Burada hayırhâh, zihindeki bir ses olmaktan çıkarak, insanın gerçek dünyadaki ‘aynası’ olarak iş görebilir. Çünkü insan, duygusal tepkimelere çok açık bir varlık olarak, ‘etrafın teveccühüne’ kapılmaya karşı çok hassastır. Kendisini eleştirenler varsa bile o, etraftan çekip çıkardığı birkaç ‘olumlu hissiyata’ tutunarak yaptığının ‘doğru’ olduğuna dair kanaatini pekiştirebilir.

GÜNLÜK HAYATIN HER ANINDA

Somutlaştıralım: Bir gazetecisiniz ve haftalık periyotta köşe yazısı yazıyorsunuz. Okurlarınız var, şöyle veya böyle size tepki veriyor. Ancak okurlarınız sizin iç dünyanızı çok tanımıyor, belki ‘iyi’ gördükleri şeyler aslında nefsinizin hırıltıları, belki ‘kötü’ dedikleri, doğruya daha yakın. O teveccühe bakarak çizilen haritada insan evvela kendini kandırmış oluyor. Hayırhâh bir ‘okur’ edinmek, bir dostun görüşlerini, okurların hissiyatından önceye koymak, ihtimal ki daha isabetli.

‘Köşe yazısı’ eli yüzü düzgün, belirli filtrelerden geçmiş bir metin gibi düşünülebilir. Ancak artık insanlar siber âlemde benzer şekilde sayısız iz bırakıyor. Bir Twitter ya da Facebook hesabı olan insan, her gün oralarda bir ‘amel’ işliyor. O amelin neye tekabül ettiğini ‘like’ sayıları mı, yoksa iç dünyayla girişilmiş sağlam bir muhasebenin mi belirleyeceği sorusunun cevabı sanıyorum bellidir.

Bu sebeple ‘hayırhâhların’ iyi iletişimde olunan, hemen her konuda açık sözlü olacağına güvenilen ve ‘çıkar birliği ile’ bağlanmamış ‘dostlardan’ oluşması da önem kazanıyor. Hz. Ömer’in meşhur kıssadaki sözlerine dayanacaksak, ‘bir insanı gerçekten tanımanın’ gecesini gündüzünü bilme, alışveriş yapma ve birlikte yolculuk etme gibi kriterleri var. Hayırhâhlığın da önceliği ‘tanıma’dır. Hatta belki de çocukluğuna kadar vakıf olma, karakter gelişiminin izlerini bilme de dâhil edilebilir. Belki de günümüzde bu yüzden insanlar ‘hayırhâh’ bulma adına ‘gelip geçici dostluklara’ değil de, hayat hikâyesini sonuna kadar dinleyip ilke ve prensipler çerçevesinden meseleyi yorumlayabilen psikologlara gidiyorlar.

CESARETİNİZ VAR MI?

Ancak her daim psikologlara ‘ihtiyaç duymayabiliyor’ insan. Hızlı kararlar verdiği, sürekli adım attığı anlarda, diyelim ki sürekli konuştuğu, tweet attığı, sağda solda pot kıra kıra verip veriştirdiği bir ortamda, daha ‘acil müdahalelerde’ bulunacak ‘hayırhâhlar’ gerekiyor. “Kardeşim, bu yaptığın yanlış” dediğinde, akan suların duracağı, “Hakikaten ne yapıyorum ben?” diyerek insanın iç muhasebesini yenileyeceği kimselere ihtiyaç görülüyor.

Tabi bir de işin şu yönü var: Eğer artık insanlar size ufacık da olsa nasihat etmekten çekinir hâle gelmiş, sizi ‘hep haklı’ pozisyonda bırakır olmuşsa, vay halinize. Demek ki tartışmalarınızda hakkı ortaya çıkarmak için değil, haklı çıkmak için laf sallıyorsunuz. Zira iyi bir ‘hayırhâh’ edinebilmenin en önemli ayağı, insanın evvela kendine karşı dürüst olmasıdır.

Madem Ramazan dinin daha hassasiyetle ele alındığı bir kutlu dilim. Hem madem “din nasihattir”. Başta kendim olmak üzere sormuş olayım: Bir hayırhâhınız var mı? “Dostum beni şöyle ciddi bir inceleyip eksiklerimi, kusurlarımı, yanlışlarımı söyler misin?” diyebileceğiniz birileri var mı? Yahut böyle bir talepte bulunacak cesaretiniz var mı?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin