Bir aşk hikâyesi (1)

BABACANLAR | BEKİR SALİM | @bekirsalim

 

Birkaç gün evvel Pensilvanya’da idim.

Bir âşığa ancak aşk sorulur:

“Hocam, Efendiler Efendisine (SAV) nasıl âşık olacağız? Ömrümüz geldi geçti, hâlâ o duygulardan uzağız. (Ben bunu kendim için söyledim) Molla Cami, Diyarbakırlı Leylâ Hanım, Yaman (Yanan) Dede gibileri bu aşka nasıl vasıl olmuşlar?”

Bugüne ve Pensilvanya’ya tekrar döneceğim inşallah, ama evvelâ sizi çocukluğuma götürmek istiyorum.

*************

Aşk…

Sırrı çözülemeyen şey…

Daha altı yaşında tanıştığım, ama elli sene geçtiği halde hâlâ mânâlandıramadığım coşkun duygu…

İlkokul birinci sınıfta tanko (Erzurum dışından olan ve Erzurum şivesiyle konuşmayan, hâli vakti yerinde, zengin, yüksek mevkie sahip ailelerin çocuklarına biz niyeyse tanko derdik.) bir sınıf arkadaşıma âşık olmuştum da, bu duygumu dillendirme cesaretini gösterince kafamın ortasına demir bir cetvel yemiştim. O gün bugündür “hemoglobin” değerim hep düşük çıkar. Hem dahi, sanırım o hadisede, hislerimi açıkça ifade etme yeteneğim de başımdan akan kanlarla birlikte toprağa karışıp gitmişti… İyi ki şiir vardı, iyi ki imâ vardı, ihsas vardı; mecâz, istiâre, tevriye, cinas vardı… Zira, bu gönlün boş kalmaya hiç tahammülü yoktu. Nasıl bir yangın yeriyse yüreğim, ortaokul son sınıfa kadar hiç kimsenin haberi olmadan sekiz kere âşık olmuşum. Son sınıfta o kadar şiddetli bir âteşe düşmüşüm ki, “o cicili bicili subay elbiselerini giyerek Erzurum’a tatile gelirsem belki bir tebessümüne muhatap olurum da az bir şey serinler, nefes alırım.” düşüncesiyle Işıklar Askerî Lisesi’ni kazanıp Bursa’ya gittim. Yirmi beş sene postal giymemin tek nedeni budur. Varın hâlimi siz anlayın… Niye birinde sebat etmedin diye soranlara cevabım: Sanki birini arıyordum, bulamıyordum. Yeni bir umutla yeni bir aşka yelken açmam “o birine” ulaşmak içindi belki… Mevlâna, “Aşk Leylâ’dan Mevlâ’ya uzanan kudsî bir yoldur.” diyordu; tamam, ama, “Ben kimim ki, O’na âşık olabileyim!” hissiyle bu keyfiyetten çok uzak görüyordum kendimi…

Rahmetli babam her perşembe akşamı aileyi toplar, Efendimizi(SAV) ve sahabe efendilerimizi anlatırdı. Anlatırken de çok defa bebekler gibi ağzını eğer, büker ağlardı. İçimden, “Yahu babalar hiç ağlar mı!” diye hafif söylenirdim ama, ben de elimde olmadan onunla beraber ağlardım. Nihayet, bir gün “1975 Ramazan Bayramı vaazı” diye bir teyp kaseti geçti elime; ablamla birlikte dinlemeye koyulduk. Daha başlangıçta, “…Rabbişrahli…” dediği andan itibaren kendimi birden gökyüzünde, yıldızların arasında hissettim. Ses çok uzaklardan, ötelerden, sanki yıldızlara çarpıp yankılanarak geliyor, gönül tellerime öyle bir dokunuyordu ki… Gözlerimi kapattım, gönlümü açtım… Evimizde eski kristal bir avize vardı; lambayı yakınca taşlarının arasından yeşil, kırmızı, mavi renkler süzülürdü ve beni mest ederdi; bu defa gökyüzünde sallanan yıldızlar adetâ kocaman bir avize gibi göründü gözüme… Sohbet ilerledikçe yağmur yağmaya başladı. Babamın ağlaması ne ki!  Hele sonlara doğru, dua bölümünde, “İki korkuyu bir arada vermem, iki emniyeti bir arada vermem.” derken gelen hıçkırık… “Burada korkanları orada korkutma Ya Rab!” duası… Bu kaseti eşe dosta dinletirken onlarla beraber beş yüz kere dinledim desem ve yemin etsem başım ağrımaz… (Belki bu kaseti dinlemekten diğer kasetleri dinlemeyi ihmal ettiğim bile söylenebilir.)

“Âşık Edebiyatı”nda bir rüya motifi vardır. Âşık, rüyasında bir “pîr” elinden bade içer ve rüyada hayâl meyâl gördüğü maşukasına ömür boyu şiir söyler, türkü yakar durur… Ben o gün sanki bade içmiştim ama maşukamın hayâlini bile görememiştim. Uzun yıllar, “acaba nasıl biri?” diye merak edip durdum. 1986 yılıydı. Terbiye ve ahlâktan bugün dahi zerrece nasibi olmayan bir gazetede “İşte…” diye başlayan bir manşetle küçük bir fotoğraf gördüm. Nasıl heyecan duyduğumu anlatmaya boş yere uğraşmayacağım… O nasıl bir güzeldi… Gün geldi, Fatih semtinde, sokak arasındaki bir videocuda, (hiç unutmuyorum otuz numaralı video kaset), bir sohbetini seyrettim. İbrahim Hakkı Hazretlerinin;

“Ey dide nedir uyku, gel uyan gecelerde,

Kevkeplerin et seyrini seyran gecelerde.

………………………………………………..”

şiirini orada ezberledim.

Ve büyük gün geldi… O’nu görecektim… Çok fena sigara içtiğim dönemler… Acaba, sigarayı, Rahmetli Üstat Necip Fâzıl’ın neredeyse bütün fotoğraflarını dumanlı görünce “şair olmanın bir rüknü” mü sanmıştım? Bilemiyorum… Kahvaltıya davetliyim.  Paketi yeni açmış, günün ilk sigara lezzetini(!) kahvaltı sonrasına bırakmıştım. Beni yukarı katlara taşıyan asansörün dili olsa da heyecanımı anlatsa… Necip Fâzıl’ın,

“Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel;

Bir akşamdı ki, zaman, donacak kadar güzel.”

beytinin üzerine –şimdilik- bir şey söylemek istemem… Elini öpmek için eğildim, müsaade etmedi. Gözlerine ve yüzüne bakmaya da cesaret edemedim. Çok şey konuşuldu ama, ben ayaklarım yerden kesildiği için hiçbir şey hatırlamıyorum. Sadece, sofradan (bütün zorlamalara rağmen) tek lokma yemeden kalktığım halde hiç açlık hissetmediğimi, bir de “Allah davasına gönül vermiş insanların parmakları arasına sigara yakışmaz” ifadesinin geçtiğini hatırlıyorum.  Hiç üzerime almamıştım… Dışarı çıkıp da bir heves sigaraya sarıldığımda parmaklarımın arasının sapsarı olduğunu görmüş ve ikazın bana olduğunu o an anlamıştım. Sigara paketini bir güzel gıncıttım (yani avuçlarımın arasında ezip kullanılamaz hâle getirdim.) ve çöpe attım. Atış o atış…

İnşallah, haftaya devam edelim mi?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin