“Ben Sevr…” [Harun Tokak-Hac Hatıraları-15]

Düş gören dağlardan biriyim ben. Her gece rüyamda Güllerin Efendisini görürdüm. Bir gün yolunun mutlaka bana düşeceğine inanırdım.

Son günlerde düşlerimin gerçek olacağı ana yaklaştığımı hissediyordum.

Efendimiz, sadık dost Ebubekir’le birlikte Mekke’den ayrılmıştı.

Arap geleneğinde bir kimseyi evinde öldürmek en büyük korkaklık ve utanç sebebi sayıldığı için katiller eve girmemiş, Peygamberimizin evden çıkmasını beklemişlerdi.

Ortalık aydınlanıp ellerinde tuttukları kılıçlar gün ışığında seçilmeye başlayınca öfkeli kalabalık nihayet boşa beklediklerini anladılar ve içeri daldılar. Hırkayı kaldırıp attıklarında Allah’ın aslanı Hazreti Ali doğruldu yataktan.

“Nerede o?”

“Gitti.”

“Nereye?”

“Siz istemediniz, o da gitti.”

Müşrikler dört bir yana dağılarak Efendimizi aramaya başladılar.

Aranmadık yer, bakmadık delik bırakmıyorlardı.

Yok… Yok…

Başına yüz deve ödül konuldu.

Ebu Cehil’in aklına Hazreti Ebu Bekir geldi.

Oraya koştular.

Kapıyı Hazreti Esma açtı.

“Baban nerede?”

“Bilmiyorum.”

Şimşek gibi bir tokat yanağında patladı Esma’nın. Kulağındaki küpesi düştü.

Gün ışımıştı Mekke’de.  Mekke’de tam bir kargaşa yaşanıyordu.

İki sadık dost bana doğru geliyordu. Bunu hiç beklemiyordum. Çünkü ben onların yol güzergâhında değildim.

Sevincime sınır yoktu, dağ olmaktan çıkmış, göklerde salınan bir sevinç dalgası haline gelmiştim.

Bir yandan da “Ya benim üzerimde iken bir şey olursa!” diye kaygılanıyordum. Hazreti Ebu Bekir, Efendimizin bir önünde, bir arkasında yürüyordu. Önden bir tehlike geleceğinden endişe ettiğinde öne, arkadan bir tehlikenin yaklaştığını düşündüğünde arkaya geçiyordu.

Saatlerce süren zorlu bir tırmanıştan sonra Sevr Sultanlığına ulaştılar.

İlk defa bu kadar yakından görüyordum Allah’ın Sevgilisini.

Yorgun ve bitkindi. Tırmanırken keskin kayalar ve çalılar mübarek ayaklarını kesmiş kanlar akıyordu. Gün ışığının vurduğu pembe yanaklarından ter boşanıyordu.

“Ya Rasulallah!” dedi Hazreti Ebu Bekir. “Sen bekle, ben içerisini temizleyip düzenleyeyim.”

Hazreti Ebu Bekir kalacakları mağarayı temizleyip düzeltti, delikleri tıkadı.

Sonra Efendimizi içeriye davet etti.

Allah’ın Rasulü yorgundu. Başını, sadık dostun dizine koydu. “Benim gözlerim uyur, kalbim uyumaz” dediği, uyku ile uyanıklık arasındaki vadiye daldı. Ebu Bekir, her hali başka güzel olan bu nurani simayı seyrediyordu.

Uyanıklığı mı, uyku hali mi daha güzel olduğunu kestiremediği bu yüze bakıyordu.

Birden, mağaranın deliklerinden birinde küçük bir yılanbaşı gördü…

Hemen çıplak ayağı ile bastırdı, incecik bir neşter gibi yılanın dili o ayağa girip çıktı. Ebu Bekir acıdan yandıysa da, Allah’ın Sevgilisi uyanmasın diye hiç kıpırdamadı. O kadar yandı ki, gözlerinden yaş boşandı.

Yüzüne düşen sıcacık damlacıklar Allah’ın Rasûlünü uyandırdı.

“Ne oldu ya Ebâ Bekir?”

“Hiç efendim!”

Güllerin Efendisi elini sürdü yarasına ne ağrı kaldı ne sızı…

O gün akşam oldu. Güneş ardında muhteşem bir kızıl saltanat bırakarak battı.

Gece, dağları siyah şalıyla örttü. Börtü böcek, kurt kuş özgürce gecenin bağrında ötmeye başladı.

Gökte gümüş bir kolye gibi asılı duran hilâlin aydınlığında yeryüzünün doruğundaki bu iki dostun kıldıkları namazlar görülmeye değerdi. Çevremdeki dağlar, gökteki yıldızlar imrenerek bakıyordu bana. Melekler beni tavaf ediyordu.

“Sevgiliyi saklayan Sevr, ne saadetli bir sultanlık!..” diyorlardı.

Gecenin bir vakti Sadık Dost’un oğlu Abdullah geldi. Gün boyu Mekke’de yaşananları haber verdi:

“Evler, sokaklar, tüm köşe başları, vadiler ve dağlar didik didik aranıyor, çöldeki kabilelere haberler salınıyor, yüz develik ödülün iştahıyla harekete geçen bedeviler, çölü karış karış tarıyorlardı. Çölde müthiş bir insan avı başlamış, Yesrib’e akan bütün yollar tutulmuştu.”

Abdullah, gün doğmadan da Mekke’ye geri döndü. Bu hemen her gece tekrar etti.

Âmir Bin Füheyre, Hazreti Ebu Bekir’in koyunlarını aşağılarda güdüyordu.  Böylece hem iki kutlu yolcunun süt ihtiyacı karşılanıyor, hem de Abdullah’ın ayak izleri siliniyordu.

Ebu Bekir’e imreniyordum. Allah’ın Peygamberinin yanında yer almak, düşmanlar etrafını sardığında Onu koruyan kişi olmak, mağarada sohbetinde bulunmak, Onunla diz dize oturmak ne büyük bahtiyarlıktı! Hazreti Ebu Bekir, kimselerin hayal edemeyeceği nimetlere nail oldu burada.

Efendimiz’in ruhunun ufkuna yürümesinin ardından, halife seçmek için toplanılan Beni Saide sakifesinde Hazreti Ebu Bekir, seçkin sahabilerin huzurunda Hazreti Ömer’in elini sıkıp, gerçek bir îsar ruhuyla “Bu babayiğide ben biat ediyorum!” dediğinde;  koca Ömer yine hakikatin diliyle konuşacaktı:

“Sevr sultanlığında Allah Rasulüne refakat eden Ebu Bekir’in olduğu yerde Ömer’e biat edilmez, ben Ebu Bekir’e biat ediyorum!”

Bu sözlerle Hazreti Ömer, Hazreti Ebu Bekir’in ikinin ikincisi, ümmetin birincisi olduğunu ilân ediyordu.

Üçüncü gün dağın sessizliğini, iki güvercininin ötüşlerinden ve kanat çırpışlarından çıkan sesler bozdu. Bir güvercin mağaranın ağzına yuva yapıyor, bir örümcek de ne zaman ördüğü belli olmayan bir ağı tamamlıyordu. İki vazifeli nöbetçi gibiydiler.

Neden sonra derinden gelen, fakat sanki dağa tırmanan birileri varmış gibi gittikçe yükselen insan sesleri duyulmaya başladı. Kutlu yolcular, bu seslere kulak kabarttılar. Bu ayak sesleri sadık dostun oğlu Abdullah’ınkiler olamazdı. Ayak sesleri kalabalıktı. Hem o hava kararmadan gelmezdi.

Hazreti Ebu Bekir telaş içindeydi. O da benim gibi Allah Rasulünün kendisine emanet olduğunu düşünüyor ve Onun adına endişeleniyordu. Hâlbuki Allah Rasulünün dudaklarındaki tebessümde en küçük bir değişiklik yoktu. O itminan ve emniyet insanı, dostunu teselli ederek, “Tasalanma! Allah bizimle beraberdir.” dedi ve ekledi: “İki kişi hakkındaki zannın nedir ki, onların üçüncüsü Allah’tır.”

“Üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında tasalanma” demişti Güllerin Efendisi. Sadık dost Ebubekir’in tüm endişesinden eser kalmadı.

Ayak sesleri iyice yaklaştı. Bir aralık gölgeleri içeriye düşecek ve tehditleri Sevr sultanlığının duvarlarına çarpıp yankılanacak kadar yaklaştılar. Arada bir metrelik mesafe ya vardı ya da yoktu. Mekke müşrikleri ile aralarında yalnızca bir örümcek ağı ve yaptığı yuvaya yerleşen bir güvercin vardı. Bir adım ilerleseler ya da biraz eğilselerdi, Sevr sultanlığında oturmuş iki kutlu yolcuyu göreceklerdi.

“Bu örümcek daha Muhammed doğmadan önce ağını örmüş” dedi Ümeyye bin Halef.

İzci, “Ben gerisine karışmam izler burada bitiyor.” Dedi.

Dönüp gittiler.

Sesler gittikçe uzaklaştı.

Örümcek ağı kadar zayıf, güvercin kadar aciz iki sebep şeytanı ve adamlarını mağlup etmişti.

Müddessir suresindeki, “Rabbinin ordularını, kendisinden başka kimse bilemez” (Müddesir, 31) ayeti bu güvercinle, örümceği de içine alıyor olmalıydı.

Dördüncü günün sabahında kılavuz Abdullah Bin Uraykıt daha önce anlaştıkları üzere develerle birlikte aşağıya geldi.

Yesrib’e yolculuk vaktiydi.

Güllerin Efendisi Mekke’ye doğru özlemle baktı. Siyah saçları iki yandan omuzlarına dökülüyordu.

Doğduğu ev…

Koyun güttüğü Ecyad dağları…

Oğullar ve kızlarla yeni mutluluklara kanatlandıkları, acı tatlı günlerin geçtiği, meleklerin uğrak yeri olan Merve’deki ev…

Hoyrat şimal rüzgârlarında hir hüzün çiçeği gibi Hira’nın tepesinde boynunu büktüğü geceler…

Acımasız boykotun yaşandığı Ebu Talib Mahallesi…

Allah’ın Sevgilisinin gönlünden ve gözünden düşen düşene idi. İnkisar dolu şu sözler döküldü dudaklarından:

“Ey Mekke! Vallahi seni çok seviyorum, eğer beni senden çıkarmasalardı asla senden ayrılmazdım.”

Derin bir özlem kokan bu sözlerden sonra, gökyüzünden inen iki melek gibi dağın doruklarından Hazreti Ebu Bekir’le birlikte inmeye başladılar.

Takvimler 13 Eylül 622’yi gösteriyordu.

Aşağıdaki düzlükte Ebu Bekir’in çobanı Amir Bin Füheyre karşıladı onları.

Amir onları iki dağ arasındaki vadide develerle bekleyen kılavuz Abdullah’ın yanına götürdü.

Bütün Mekke peşlerindeydi. Her yere bakılıyor, her yer didik aranıyordu. Yesrib’e akan bütün yollar toz duman içindeydi. Çapulcular yüz devenin sevdasıyla durmadan atlarını mahmuzluyorlar, her bir kayanın arkasına her bir oymağın içine bakıyorlardı.

İki sadık dost develerine bindiler ve Mekke’nin aşağı tarafından geçip sahile doğru yürüdüler.

Uçsuz bucaksız çölde muhteşem bir sonbahar şöleni yaşanıyordu.. İncecikten esen bir çöl rüzgârı, tek tük çölü bekleyen birkaç ağacın dallarındaki son yaprakları, son gözyaşları gibi döküyordu dallardan.

BİTTİ

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin