Ayetlerin doğru anlaşılması için bağlam bilgisinin önemi (3)

Yorum | Ahmet Kurucan

Bağlam’a gelince; önce bağlamdan ne kastettiğimi anlatmalıyım. Bağlam, İngilizce’deki ifadesiyle kontekst bilginin üretildiği zemin demektir. Herhangi bir hadisenin içinde gerçekleştiği ve buna bağlı olarak bilginin ve hükmün verildiği ortamdır. Sözü edilen bilgi ve hükmün insanlara intikali ise kelimelerle ve kavramlarla olacaktır. Doğal olarak bunlar da o zeminin, o ortamın şartlarını içinde kullanılan kelimeler ve kavramları barındıracaktır. Şunu diyebilirim kelime ile ortam, kavram ile ortam arasında diyalektik bir ilişki vardır ve bu ilişki o zeminin sakinleri ve hadisleri üzerinden yapılmak zorundadır. Aynı kelimeye iki ayrı anlamın yüklenmesi tamamıyla bahsini ettiğimiz zemin ve o zeminin sakinleri ile kavramlar arasındaki diyalektik ilişkiye dayanır. Bu açıdan bağlam ile anlam arasında, lafızla mana arasındaki direk ilişki gibi olmasa da indirekt bir ilişki vardır. Kısacası, herhangi bir kelimenin, kavramın, deyimin manası bağlamdan bağımsız değildir.

Bağlam değişirse kelime ve kavramların anlamı değişir mi? Ya da o bağlamın hiç olmadığı başka kültürel ve sosyal ortamlarda lafızların ifade ettiği manalar askıda değil midir? Bu soruya evet cevabından başka bir şey verilemez. Mesela “şart” kelimesi bugün bile Anadolu’nun Batı’sında “yemin” manasını içerirken Doğu’da “boşama” anlamında kullanılmaktadır. Demek ki bağlamın değişmesi, o bağlamda insanların o kavrama yüklediği anlamın değişmesi ile birleşince mana da değişiyor, hüküm de değişiyor. Fazlarrahman’ın teşbihi ile bağlam buzdağının yeraltındaki % 90’lik kütlesini gösteriyor, kelime, kavram ve deyimler ise onun yeryüzünde çıplak gözle görünen yüzde onuna tekabül ediyor. Bu kısa açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Kur’an ayetlerini ve Allah’ın maksadını doğru anlamayı ele aldığımız bu zeminde benim bağlamdan kastım sosyal siyasal kültürel dini vb. bütün unsurları ile İslam öncesi Arap toplumun örfü, adeti, geleneği, göreneği ile yaşamış oldukları tarihi ortamdır.

Yazının ana mihverini teşkil eden bu önemli hususu şöyle de ifade edebilirim, ister kamuoyunda yaygın olduğu şekliyle cahiliyye deyin isterseniz  “cahiliye” kavramına yüklenen menfi anlamdan sıyrılmak için vakıaya daha mutabık olan bir tanımlama ile “İslam öncesi Arap toplumu” deyin, Allah’ın maksadının isabetli bir şekilde anlaşılabilmesi için o toplumun sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik, dini vb. bütün yönleri ile çok iyi bilinmesinin evvel emirde şart  olduğu kanaatindeyim. Bunun için yani Allah’ın maksadını doğru anlamak için 610-632 yılları arasında Mekke-Medine sokaklarında dolaşmak, sanki o toplumun fertlerinden birisi olmak zorundayız. Hani Muhammed İkbal’in “Kur’an sana inmiş gibi oku” noktasına gelmeden önce Kur’an’ı inananı ile inanmayanı ile nüzul toplumunda yaşayan bir ferde inmiş gibi okumak mecburiyetindeyiz.

Açıkca söyleyeyim, İslam öncesi Arap toplumunda faiz’in ne olduğunu, nasıl uygulandığını bilmeden faiz ile alakalı ayetleri doğru anlamlandırmanız mümkün değildir. Zihar nedir, lian nedir, fitne nedir bilmeden ve bu kavramlarla ifade edilen şeylerin toplumsal hayattaki karşılıklarına derinlemesiyle vakıf olmadan bunlar hakkında inen ayetleri doğru anlamamız imkansızdır. Haliyle doğru anlamadığın bir ayeti doğru anlamlandırmak ve ardından ondan hükümler çıkartıp hayata hayat kılmak da imkansızdır. Bağlam işte tam da burada karşımıza çıkan çok önemli bir yere sahip olan kavramdır. Onun içindir ki bizim fıkıh kitaplarımızda faiz’in haramlığına amenna ama neyin faiz olduğu, faizin illeti ve sebebi –hikmeti demiyorum- hakkında yığınla müzakere vardır. Bu illetler açısından baktığımızda İ. Azam’a göre faizli muamele olarak adlandırılıp haram hükmü verilen bir işlem, İ. Şafii’ye göre faizli muamele değildir ve helaldir.

Misaller üzerinden bağlamı izaha geçmeden önce sebeb-i nüzul ile bağlam bilgisi aynı şey değil mi diyebilirsiniz. Nüzul toplumunda yaşasaydık aynı şeydi. Böyle bir ayırıma gerek yoktu. Ama söz konusu Kur’an’ın nüzulünden 14 asır sonra dünyaya gelmiş, farklı örf-adet, gelenek ve göreneklerin dünyasında yaşayan insanlar için aynı şey değil. Arap olmadığımız, Arapça ana dilimiz olmadığı için değil. Arap olsaydık, söz gelimi 2000 yılında Mekke veya Medine’de dünyaya gelmiş olsaydık bile aynı şeyi söylerdim, zira 14 asır öncesinin Arap toplumu örf ve adetleri, siyasal, sosyal kültürel, dini arka plan şartları ile günümüz Mekke-Medinesi’nin arka plan şartları aynı değil. Yukarıda söyleyip geçtiğim zihar, lian ve fitneyi örnek alalım. Kim bilir bu kavramların her biri aradan geçen 14 asır içinde ne anlam farklılıklarına uğradı. İsimler aynı ama tarifler, muhtevalar değişti. Belki bazıları uygulamadan kalktı.

Teorik sayılabilecek bunca beyandan sonra misale geçeyim; tercih ettiğim misal aynı zamanda ülkemizde sofra dualarında okuduğumuz bir ayet; “Yiyiniz içiniz israf etmeyiniz, çünkü Allah israf edenleri asla sevmez.” Anadolu Müslüman halk muhayyilesinde bu ayetin oturduğu zemin -ihtimal hep sofralarda dua olarak zikir ve tekrar ettiğimiz için olsa gerek- yiyin için ama tıka-basa doymayın. Yemekleri israf edecek kadar da çok yapmayın. Yiyeceğiniz kadar yapın, mideyi tıka basa doldurmak ve yenilmesi imkansız derecede çok yemek yapmak ve ardından çöpe atmak israftır” gibi cümlelerle anlatabileceğimiz şeydir.

Ama ayet üzerinde yapacağınız derinlemesine bir okuma karşımıza tam da aksi bir zemini işaret ediyor. Şöyle ki: Hicri 9. yılda Müslümanlar Hz. Ebu Bekir’in hac emirliği altında hac yapmışlardı. Gerek o hac ile alakalı gerekse Tevbe süresinin ilk 28 ayetinin nüzul sebebi ve yorumlarında bize intikal ettirilen bilgilerden anlıyoruz ki o sene Mekke müşrikleri de Müslümanlarla birlikte hac görevini ifa etmişlerdi. Tabii ki kendi asırlık kadim inançları ve adetlerinin gereğini uygun olarak. Bunlar arasında Kabe’nin yanında yeme içme yasağı da vardı. Bunun manası açık, İslam öncesi Arap toplumu Kabe etrafında yeme-içmeyi yaptıkları ibadete mani bir hal olarak görüyorlardı.

Pekala böylesi bir durumda Müslümanlar ne yapacak? Birlikte hac yaptıkları ve cahiliyye adetlerine göre hac yapan müşrik Araplarla birlikte hareket edecekler ve yasağa uyacaklar mı yoksa? Neden bu soruyu soruyoruz? Zira hac esnasında başka menasikleri Müslümanlar müşriklerle birlikte yapıyorlardı. Bakara suresi 199 ayeti -ki Müzdelife’den Mina’ya intikali anlatır- bunu açıkça belirtir bize: “Sonra, sel gibi aktığı, dalga dalga ilerleyen insanlarla birlikte siz de ilerleyin ve Allah’tan af dileyin! Allah’tan günahlarınıza mağfiret dileyin: Doğrusu Allah, çok affedicidir, rahmet kaynağıdır.”

Kabe etrafında yeme-içme yasağına geri dönecek olursak, Kur’an zihinlerde dolaşan ve soru edatları ile biten düşüncelere Araf 31-32 ayeti ile cevaplandırıyor.  Buyuruyor ki: “Ey Adem’in evlatları! Kabe’yi tavaf edeceğiniz her vakitte (çıplak olarak değil) giyinik olarak gelin, edep yerlerinizi örtün. Yiyin, için fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri asla sevmez.” Yani Anadolu Müslümanları olarak bizlerin kullandığı kontekste değil, tam zıddı bir kontekste Allah diyor ki “cahiliye insanlarının yaptıkları yanlış, Kabe etrafında yemeniz içmeniz ibadete mani değildir, yiyin için ama israf etmeden.”  Hatta bir sonraki ayetiyle biraz daha sert bir dille bir uyarıda da bulunuyor. “De ki: “Allah’ın, kulları için yaratıp ortaya çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızıkları haram kılmak kimin haddine?”

Şimdi İslam öncesi insanlarının uyguladıkları Kabe etrafında yeme-içme yasağı ayetin sebebi nüzulü, ama bunun ibadet kastıyla yapılıyor oluşu bağlamı ifade ediyor. Söz konusu yasağın toplumsal gerçekliğini ve dini boyutunu nazara veriyor. Nüzül sebebi bilinse de bağlam bilinmezse ayeti doğru anlamak, doğru yorumlamak, bu tikel ayetten tümel bir ilke ve mesaj çıkartmak mümkün olmaz. Dolayısıyla ayet metninin tarihle olan münasebeti kopartmamamız gerekiyor.

Aslında ayetin ilk cümlesini de benim kullandığım manada bağlam bilgisine misal olarak verebiliriz ki giyinik ve çıplak olma meselesidir. Ayet Kabe müşriklerin günah işlenmemiş yeni elbiselerle tavaf edilmelidir inanışından hareketle bu ayeti sevk ediyor. Zira yeni elbise alacak imkanı olmayanlar ya da zamanla ticari piyasası oluşan tavafta kullanılmış temiz ikinci el elbise alamayacak ya da kiralayamayacak olanlar Kabe’yi çıplak olarak tavaf ediyorlardı. İşte ayetin ilk cümlesi bu inanış ve uygulamaya atıfla Kabe’yi tavaf edeceğiniz her vakitte (çıplak olarak değil) giyinik olarak gelin, edep yerlerinizi örtün.” diyor. Halbuki ayetin lafzı  “huzuu zineteküm inde külli mescid” şeklinde nazil olmuş. Ne Kabe’den ne tavaftan ne namazdan bahsediyor. Dediği şey açık; “Mescidlerde zinetinizi takınınız.” Nitekim Türkçe meallerde her nedense ayete hep lafzi mana verilmiş. O mealleri veren zevatın, ayetin Kabe’yi çıplak tavaf etmeme ile alakalı olarak nazil olduğunu bilmemeleri mümkün değil. İhtimal zihinsel arka planda var olan “Kur’an her ayetiyle evrensel mana taşıyor” ve “Nüzul sebebinin hususiyeti hükmün umumiyetine mani değildir” prensipleri ya da “Kur’an’ın zahiri manasının dışına çıkmayalım” endişelerinden hareketle olsa gerek meal yazarlarımız bunu meallerine intikal ettirmiyorlar.

 

(Devamı haftaya)

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Hocam bizde nerdeyiz siz nerede. .. bu sitede ornegi cok var… biraz daha moral verici konulara girseniz…. umit aşilasiniz… ilmin de zekati var degil mi….

  2. Tam da bunları duymaya ihtiyacımız var.

    Darda olanların da, ferahta olanların da ihtiyacı imanda derinlik.

    Ha bu arada dardakilere derman olacak yazılar da olsa bu eksik kalmasın.

    Kolaylıklar dilerim.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin