Aşırı sağ bir avuç trol değilmiş

HABER-YORUM | KADİR BAYER

Önceki hafta ABD’nin Virginia eyaletine bağlı Charlottesville şehrinde yaşananlar, Nazi bayraklarıyla dolaşan ve beyazların üstünlüğünü savunan ırkçıların (white supremacists) ‘şakası olmadığını’ gösterdi. Başkan Donald Trump’ın açıktan desteklediği Amerikalı ırkçıların silahların gölgesinde yaptıkları yürüyüş, ardından ırkçılık karşıtı gösteri yapanların üzerine araba sürülmesi ve bir kişinin burada ölmesi hafta boyunca konuşuldu. Trump’ın Beyaz Saray ekibine katılan aşırı sağcı Steve Bannon’un görevden alınması, bu olayların etkisi olarak görüldü. Ancak bazı yorumculara göre Bannon’ın ‘sokağa inmesi’ (kendisi Breitbart isimli medya organizasyonunu kurmuştu) olayları daha da ateşleyebilir.

Bu yaşananların pek çokları için anlamı belli: Amerikan sağının radikalleşmesi. Peki buraya nasıl gelindi?

Cumhuriyetçi Parti içinde mevcut Amerikan siyasetinden rahatsız olduğunu beyan eden bir grup 2009’da ‘Tea Party’ (Çay Partisi) hareketini başlattı. Muhafazakâr iş adamları ve medyadan da destekçi bulan hareket ‘devleti giderlerini azaltma’ ve ‘muhafazakâr değerleri koruma’ gibi sloganlara sahipti ancak kısa süre içinde siyasî mesajlar çığırından çıktı. Demokratlara karşı daha ‘müsamahasız’ olmayı hedefleyen hareketin medyadaki figürleri dönemin ABD Başkanı Obama üzerinden ırkçı mesajlar da vermeye başladılar.

O yıllarda ABD’de yayınlanan bir TV dizisinde (Newsroom; yazarı Aaron Sorkin) Tea Party’den, ‘Amerika’nın Taliban’ı’ olarak bahsediliyordu. Bunun sebebi de Amerikan siyasetini radikalleştirme çabalarıydı. Çay Partisi, 2008’de Bush’tan Obama’ya geçen iktidarın daha ilk senesinde radikal bir biçimde ‘Amerika’nın öz değerleri’ yaygarası yapmaya başlamıştı ki, bunun gidişatı az çok kestirilebiliyordu. Neyse ki, Cumhuriyetçi Parti’nin o dönemki makul sesleri, bu hareketin arkasında durmadı ve kısa zaman süren medya ilgisi de zamanla dağıldı.

Ancak ABD’de böyle bir ‘damar’ olduğu keşfedildi. Liberal politikalar, çok kültürlülük ve küreselleşme ciddi bir ‘arka bahçe’ yaratmıştı. Tek gereken, buradaki ‘birikmeyi’ görecek bir politikacının keşfiydi.

2012’deki ABD Başkanlık seçiminde Obama’nın karşısına çıkan Mitt Romney bir hayli etkisiz kaldı ancak Cumhuriyetçiler ‘popüler’ olmaya devam ediyordu. Bunun karşılığı olarak da 2014’teki ara seçimler sonunda hem Senato’da hem de Temsilciler Meclisi’nde Cumhuriyetçiler sayı olarak öne geçti. Obama’nın son iki yılı politik anlamda bir çeşit ‘kördüğüm’ hâline geldi. Bu yıllarda ayrıca siyahların yoğun yaşadığı bölgelerde karışıklık hâkimdi. Polis kurşunuyla ölen siyahların sayısında artış olmuştu. Buna, ülke çapındaki terör saldırıları da eklendiğinde, toplumsal tepki doğrudan ‘liberallere’ yöneldi. Obama’nın Suriye siyaseti ‘zayıf’ bulunuyordu. ‘Ortalık çok karışmıştı’.

Çay Partisi’nin keşfettiği o siyasî damarın finansal ve medya desteği sürüyordu. Cumhuriyetçi Parti’nin uzun yıllar boyunca finansörü olan iş adamları ve ABD’de neredeyse CNN kadar çok izlenen FOX News ‘daha radikal bir sağ’ peşindeydi hâlen. Böylece fabrikaların yurt dışına taşınmasıyla canı yanan işçi sınıfı, küresel rekabette tutunamayan şirketler, ‘beyazların üstünlüğüne’ inanan daha radikal gruplar bir araya geldi. Liberal politikalara devam edilirse ‘ülkenin elden gideceği’ konuşuluyordu.

Bugünlerde ABD’de alt-right denen akım internette kendini bulmuş bir hareket. ‘Ana akım’ medyada kendilerine yer verilmediğini savunan bu kişiler, internet trollüğü ve çeşitli web siteleri aracılığı ile ‘liberal karşıtlığını’ ABD çapında yaymaya çalışıyorlar. Bu hareketin Avrupa’da da karşılığı var. Olayı özetleyen hamle şu: Siyahların kurumsal olarak hâlen ayrımcılığa maruz kalmasına karşılık geliştirilen ‘Black Lives Matter’ (Siyah Hayatlar Önemlidir) hareketine karşılık, ‘White Lives Matter’ (Beyaz Hayatlar Önemlidir) diskurunu geliştiriyorlar. Dışlanan kesimlerin çeşitli politikalarla pozitif ayrımcılığa tabi tutulmasına karşılar. Sırf siyahî ya da sırf kadın olduğu için bazı insanların fazlaca ‘kayırıldığını’ düşünüyorlar. İyi üniversitelerde, çok izlenen medya kanallarında ve önde gelen ABD gazetelerinde ‘liberal olmayanların dışlandığını’ savunuyorlar.

Kimilerine göre bu düşüncelerin kaynağı şu: Beyazlar ‘ayrıcalıklarını’ kaybetmeye tahammül edemediler ve bütün mücadele yeniden ‘ayrıcalıklı’ olmak için. Ancak hem Trump’ın seçilmesinde hem de İngiltere’deki Brexit referandumunda gördük ki, küreselleşme ve göçmen karşıtlığı ‘popüler’ bir fikir olma yolunda. Evet, diğer Avrupa ülkelerindeki seçimlerde pek rağbet görmedi ancak toplumda hâlâ canlı bir damar olarak varlığını hissettiriyor.

Radikal sağcılığın ya da ‘yepyeni muhafazakârlığın’ (Bush ekibi ‘yeni muhafazakârlar’ olarak adlandırılıyordu, bunlar ‘yepyeni’ oluyor haliyle) uluslararası arenada en büyük destekçilerinden birisi de Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin. Bu sebeple şu sıralar ABD’de Trump’ın başkanlık seçim kampanyası ile Rusya arasındaki bağlar araştırılıyor. Ancak Putin çok daha ‘görünmez’ bir strateji ile olaylara yaklaşıyor. Alternatif medya alanlarını destekliyor, iş bağlantıları ile radikal sağa destek olarak iş adamlarına ulaşıyor. Dış politikada ‘oyun bozucu’ (disruptive) davranarak, ABD’nin hâkim pozisyonunu sarsıyor ve Amerikan toplumunu ‘daha fazla güç’ arayışına itiyor bilinçli olarak. Bu da Trump gibi ‘dediğim dedik’ tiplere olan sempatiyi arttırıyor.

Avrasyacıların son zamanlarda medyadaki görünür yüzü Alexandr Dugin’in Charlottesville’deki gösterileri ‘övmesi’ de boşuna değil. Facebook sayfasından yayınladığı bir notta, ‘kimlik siyasetinin yeniden gündeme gelmesi’ talebinin yanı sıra, buradaki gösterilerin ‘liberal küreselcilere’ karşı savaşın başladığı yer olduğunu duyurması meselenin çerçevesini ortaya koyuyor. Notta siyah Amerikalılara da ‘kimlik siyaseti’ tavsiye edilmesi ve ‘liberallerden uzak durun da ne yaparsanız yapın’ çağrısı da dikkat çekiyor elbette.

Trump’ı bu süreçte terk eden yalnızca aşırı sağcı ve manipülatif medya figürü Steve Bannon değildi. ABD’nin en zengin isimlerinden finans devi Carl Icahn da Trump’ın ‘özel danışmanlığı’ görevini bıraktığını açıkladı. Çoğunluğun yorumu geminin batmak üzere olduğu ve ekibin yavaş yavaş gemiyi terk ettiği yönünde. Trump’ın istifa etmesi ya da görevden azledilmesi durumlarında önümüzdeki 3,5 senede ABD’nin istikrarsız günler yaşama ihtimali yüksek. Bu sebeple de Trump’ın izole edilmesi ve bir sonraki seçime kadar bu izolasyon içinde yalnızca iç meselelerle ilgilenmesi gibi senaryolar da mevcut. Ancak Kuzey Kore ile yaptıkları Twitter dalaşından da anlaşılabileceği üzere Trump’ı ‘kontrol etmek’ pek kolay görünmüyor. Buna, medyayla giriştiği savaşı da eklersek, hem içeride hem de dışarıda gerilimi yükseltici başka hamleler de yapacaktır.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin