Arap saçına dönen Suriye ve şanlı ‘İdlib İntikali’

Yorum | Bülent Keneş

Dış politikada milli çıkarlar ve ince hesaplı stratejik hamlelerin yerini şahsi ihtirasların peşinde hesapsız kitapsız hamlelerin almasından işin buralara varacağı belliydi. Erdoğan ve ekürisi bir başka ülkenin içişlerine müdahale ihtirasına ilk olarak KKTC’de tutulmuştu. 2003 yılında yapılan seçimlere müdahil olmuşlar ve Annan Planı’na “evet” diyebilecek yeni bir siyasi formasyon için fiilen sahaya inerek Denktaş aleyhine kampanya bile yürütmüşlerdi. Cirmi Erdoğan ve adamlarının dişine göre olan Kıbrıs’taki bu girişimden başarılı sonuçlar alınması iştahlarını kabartmış ve benzerlerini başka ülkelerde yapmakta kendilerini cesaretlendirmişti.

KKTC gibi göbekten Ankara’ya bağlı bir uydu devletçiğin siyasetini kolayca manipüle eden Erdoğan, bunun bir benzerini 2009 yılı seçimlerinde Irak’ta da denemiş, işi Ankara’da el-Irakiye isimli bir parti kurdurtmaya kadar götürmüştü. Irak’ın bütünlüğü ve geleceği açısından ülkedeki tüm etnik ve dini unsurların parçası olduğu bir parti kurmak mantıklı gibi görünse de bir başka ülkenin “içişlerine müdahale” açısından bu affedilmez bir hataydı. Neticede el-Irakiye seçimlere girmiş ve Parlamento’da Nuri el-Maliki’nin Dava Partisi’nden birkaç sandalye fazla kazanmayı da başarmıştı. Ancak, elde ettiği sandalye sayısı tek başına hükümet kurmasına müsaade etmediği gibi, Ankara destekli olması Irak’ın otokton siyasi hareketleri tarafından yalnız bırakılmasına yol açmıştı. Neticede, istediği kadar halis niyetle olsun Irak’ın iç işlerine müdahale hükümeti kuran Maliki’nin, göreve gelir gelmez Türk hükümetini birincil düşman olarak nitelemesine neden olmuştu.

İLK DÜĞME YANLIŞ İLİKLENİNCE

Erdoğan rejimi, bu yaşananlardan ders almak yerine Arap İsyanları’nın oluşturduğunu düşündüğü fırsatlara balıklama atlamış ve Türkiye’nin uzun erimli çıkarlarına büyük darbe indirecek şekilde aynı hataları Libya ve Mısır’da da tekrarlamıştır. Bu konudaki en büyük hatasını ise, hiç şüphesiz ki, Suriye’de yapmıştır. Tıpkı Mısır ve Libya’da olduğu gibi Suriye’de de politikalarını büyük bir iştihayla üzerine inşa ettiği çürük varsayımları tek tek çöken Erdoğan rejimi yüzünden, Türkiye Arap saçına dönüşen bu sorunla yıllar boyunca boğuşmak zorunda kalmıştır. Erdoğan, ilk düğmeyi yanlış iliklediği için daha sonraki her adımı da yeni komplikasyonlara ve türlü çetrefil sorunlara yol açmıştır.

Suriye’deki korkunç gelişmeler, 900 km’den fazla ortak sınırı bulunan Türkiye’nin sadece güvenlik çıkarlarını tehdit etmekle kalmamış ciddi nüfus hareketleri ve göçlerle ülkenin sosyo-politik kimyasını da ciddi ölçüde dönüştürmüştür. Anklavlar halinde yaşadıkları bölgeler arasında coğrafi devamlılık olmamasına dayanılarak hafife alınan Suriye’deki Kürt varlığı, hiçbir şeyin olduğu gibi kalma garantisinin olmadığı savaş koşullarında coğrafi birleşimini büyük ölçüde tamamlamış ve hızla PKK çizgisinde bir güç unsuru haline gelmiştir. Böylece, kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı bir cadı kazanına dönüşen Suriye’de PYD önemli bir aktör hüviyetine bürünmüştür.

Bu cadı kazanının herhangi bir bölgesinde işleri yoluna koymaya yönelik herhangi bir hamle ise, çözdüğünden daha büyük sorunlara yol açmıştır. Günün sonunda Suriye rejimini değiştirme ihtirasının çok büyük bir hata olduğunu itiraf etme noktasına nihayet gelinmiştir. On milyonlarca insanı perişan eden bu tarihi hatayı açıktan itirafa Erdoğan ve aveneleri hala yanaşmasa da, istemeye istemeye ve tersini iddia ede ede de olsa, attıkları her adımla Esed Rejimi’nin konsolidasyonuna hizmet eder hale gelmişlerdir.

İDLİB’E YAPILAN ‘HAREKâT’ DEĞİL, ‘İNTİKAL’MİŞ

Bu genel çerçeveyi çizdikten sonra, sürdürülebilir stratejik ve siyasi hedefleri; kontrol edilmesi mümkün olmayan potansiyel karşıt hamleler yüzünden her an yayılma istidadıyla malul olduğundan kapsamı ve süresi net olarak ifade edilemeyen, üstelik adı bile konulamayan İdlib operasyonunu artık teşrih masasına yatırabiliriz. Ayak üstü açıklamalarıyla ağızlarına her geleni söyleyen Erdoğan ve aveneleri “harekât” dese de, askeri ve diplomatik kaynakların “intikal” gibi kişiliksiz ve tuhaf bir ifadeyle isimlendirdikleri İdlib Operasyonu, maalesef, 80’e yakın askerimizin şehit düştüğü, 250’den fazla Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) mensubunun hayatını kaybettiği Fırat Kalkanı’ndan bile muğlak ve kaygan bir zemin üzerinde gerçekleşiyor.

Nasıl ki, “Başkomutan” sıfatının siyasi istismarına matuf kamuflajlı, savaş boyalı Rambovari foto-montajları ortalıkta dolaştırılan Erdoğan’ın gerçekliği kantin sorumlusu olduğu askerlik dönemine ait kırık dökük bir fotoğrafta kendini ele veriyorsa, alayişli ifadelerle pazarlanan TSK’nın İdlib Operasyonu da Suriye’deki gerçeklik açısından aynı kaderi paylaşıyor. Durumun en çıplak ifadesini ise, Ertuğrul Özkök’ün cümleleri dile getiriyor: “İdlib’de Ruslarla ortak operasyona başlıyoruz. Bunun anlamı şudur. Dolaylı olarak Esad’la birlikte hareket ediyoruz. Bir yandan o bölge IŞİD’den temizlenecek. Öte yandan Amerika destekli YPG’nin o bölgeye hâkim olması engellenecek. Yani Kürtlerin Akdeniz’e uzanma hayali bitirilecek. Hep söylüyorum… Türkiye’nin menfaati, Esad’ın güçlü biçimde yeniden Suriye’ye hâkim olmasıdır… Sonunda o noktaya da geleceğiz.”

KILAVUZU KARGA OLANIN BURNU PİSLİKTEN KURTULMAZMIŞ

Evet, hangi janjanlı ambalaja sararsa sarsınlar, hangi tumturaklı sözlerle pazarlarsa pazarlasınlar ‘kılavuzu karga olanın burnu pislikten kurtulmazmış’ hesabı, Erdoğan rejiminin ihtiraslarının peşinde burnu pislikten bir türlü çıkmayan Türkiye’nin Suriye’deki gerçekliği bundan ibaret. Bu gerçekliğin yanında Erdoğan’ın “Fırat Kalkanı Harekâtı ile kendimize bölgemizde açtığımız alanı, şimdi İdlib’in güvenliğini sağlamaya yönelik yeni bir adımla daha ileriye taşımanın gayreti içindeyiz. Suriye sınırlarımız boyunca bir terör koridoru oluşturulmasına da asla izin vermeyeceğiz,” sözleri laf-ı güzaftan ibaret kalıyor.

Çünkü, Erdoğan rejiminin zücaciye dükkanına giren fil misali Suriye’nin iç işlerine müdahalesi tek olan sorunu çoklaştırmış, zaman geçtikçe yol açtığı sorunları daha da çetrefilleştirmiş ve içinden çıkılamaz noktaya eriştirmiştir. Bu yüzden Türkiye, Suriye kaynaklı pek çok hayati problemle baş başa kalmıştır. Mesela, PKK’nın Suriye’deki uzantısı PYD/YPG bölgesel bir güç ve uluslararası bir aktör haline gelmiştir. Uluslararası radikal terör örgütü El-Kaide’nin El-Nusra benzeri farklı uzantıları Türkiye’nin hemen yanı başında güçlü bir varlık oluşturmuştur. İŞİD hala başlı başına çok ciddi bir sorunken, IŞİD’in yenilgiye uğratılmasından sonra Sünnilerin yaşadığı bölgelerin akıbeti belirsizleşmiştir. Tüm bunların yanı sıra üç vakte kadar yıkılması hesap edilen Esed rejiminin meşruiyeti gün be gün artmıştır.

Esed Rejimi’nin hamisi durumundaki Rusya’nın Türkiye ile beraber hareket ettiğini vurgulayan Erdoğan, İdlib’in içinin Türkiye tarafından korunacağını, dış tarafı ve sınırının korunmasının ise Rusya tarafından sağlanacağını söylüyor. Bu sözleri, Rus savaş uçaklarının Şam Rejimi’nin çıkarları doğrultusunda havadan hakimiyet kuracağı bölgede Türk savaş uçaklarının uçmasına müsaade edilmeyeceği şeklinde okumak mümkün. Öyle okununca TSK’nın, kapsamı ve çerçevesi Şam (dolayısıyla İran) ve Rusya tarafından belirlenen bir stratejiye nefer yazılması gibi tuhaf bir durum ortaya çıkıyor. Zaten Erdoğan da doğru dürüst analiz edilmeden girişilen bu eylemin ne kadar hesapsız kitapsız olduğunu şu ifadelerle dile getiriyor: “Boksa girildiği zaman yumruk sayılmaz.”

‘HEPİMİZ EL-NUSRAYIZ!’ KAMPANYASINDAN EL-NUSRA İLE SAVAŞA

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ise İdlib’deki çatışmasızlık bölgesine ‘intikal’in hedefini “Amacımız, çatışmaları tamamen önlemek ve siyasi süreci kolaylaştırmak,” şeklinde ifade ediyor.

“Tabii burada belli bölgelerde Rus, İranlı gözlemciler olacak. İdlib içinde de bizim gözlemciler olacak. Elbette İdlib içinde bizim gözlemcilerimiz de güvenli olan yerlerde olacak ki herhangi bir risk olmasın,” şeklinde devam ediyor. Yani Türkiye’yi kızışmış bir arı kovanına sokan Çavuşoğlu kafasının planı, bölgeye “intikal” ettirilen askerlerimize yönelik hiçbir risk olmamasını umut etmekten ibaret. Nasıl strateji ama!..

Çavuşoğlu’nun sözlerine bakacak olursanız TSK’nın, güçlü uluslararası hukuki garantilerle Birleşmiş Milletler’in yapması gereken bir işi yapmakta olduğunu düşünebilirsiniz. Ama mevzuunun hiç de öyle olmadığını Erdoğan’ın açıklamaları ele veriyor. Bir de sahadaki gerçeklerin detayları ele alındığında Türk askerinin sığınmacılarla birlikte nüfusu 3 milyonu aşan İdlib’in en güçlü silahlı unsuru olan el-Nusra ile karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz görünüyor. Erdoğan ve ekürisinin daha yakın zamana kadar bu gruba hiçbir desteğini esirgemediği gerçeği ise önümüzde çok büyük bir çelişki olarak duruyor. Erdoğan ve yanlılarının “Hepimiz el-Nusrayız!” kampanyaları hafızalardaki sıcaklığını hala koruyor.

El-Kaide ile ilişkilerini sürdürdüğü iddia edilen el-Nusra’nın TSK ile karşı karşıya kalma ihtimali, belli ki İdlib operasyonuna ABD’nin de destek vermesinin önemli bir nedenini oluşturuyor. Pentagon’un Ortadoğu Masası Sözcüsü Eric Pahon, bu desteği, “NATO müttefikimiz Türkiye’nin sınırlarını koruması ve terör örgütlerinin güvenli bölgeler oluşturmalarını engelleme çabalarını destekliyoruz,” kelimeleriyle ifade ediyor. Pahon’un açıklamasının en önemli kısmını ise, bölgenin “uluslararası terör örgütlerine destek sağlayan El-Kaide terör örgütünün güvenli alanı haline gelmesi”ne dair ifadeler oluşturuyor. Yani TSK, Türkiye’nin çıkarlarına ne kadar hizmet edeceği belli olmayan, Şam, İran, Rusya ve ABD’nin beklentilerine ise oldukça güçlü bir şekilde cevap veren bir hamleyle Suriye bataklığına bir kez daha sürülmüş oluyor.

RUSYA İLE OPERASYON, ŞAM’LA YAPILAN OPERASYON NİTELİĞİNDE

Zaten İdlib’deki mevcut durum ve güç dengeleri, girişilen işin beyan edilen amaçların gerektirdiği kapsam ve süreyle sınırlı kalmayacağına dair işaretler veriyor. Yakın zamana kadar Esed rejimi ile silahlı radikal gruplar arasında şiddetli çatışmaların yaşandığı bölgelerden biri olan İdlib, büyük ölçüde el-Nusra’nın kontrolünde bulunuyor. Rusya ve İran’la yaptığı Astana Anlaşması çerçevesinde, Türkiye İdlib’de “ılımlı” silahlı muhaliflerin garantörlüğünü üstlenmiş durumunda. Esed rejiminin garantörlüğünü ise Rusya üstlendi. Yani Rusya ile operasyon dediğimiz şey aslında dolaylı olarak Şam’la birlikte gerçekleştirilen bir operasyon niteliğinde.

Erdoğan rejimi, sayıları 1500’ü bulacak Türk askerinin “intikal”i sırasında ve sonrasında bölgeye üşüşmüş yerel ve uluslararası cihadist unsurlarla veya Esed rejimiyle çatışma amaçlamadığını söylüyor. Oysa, bir süredir Heyet Tahrir Şam (HTŞ) ismini kullanan el-Nusra, TSK ile birlikte hareket eden başka bölgelerdeki ÖSO unsurlarının İdlib’e girmesine karşı çıkıyor. El-Nusra’nın bu açık pozisyonu bölgede kanlı çatışmalar riskinin yüksek olduğunu gösteriyor.

Yani, Türkiye’nin yeni çatışmaları, uluslararası bir taarruz durumunda bulundukları yerleri terk etmek zorunda kalacak cihatçı unsurların Türkiye’ye oluşturacakları güvenlik riskleri ve yeni göç dalgalarını önlemek için giriştiği askeri “intikal”in, amacının tam tersine, bölgedeki çatışmaları yeniden alevlendirme ve yayma riski bulunuyor. Kaldı ki, bu intikalin amaçları arasında daha düşük bir volümle söylenen 2011’den bu yana bölgenin kuzeydoğu ucundaki Afrin’i kontrol eden PYD’nin İdlib’in bir bölümünü ele geçirmek suretiyle Akdeniz’e çıkma emelini engellemek de bulunuyor. Bu durum, Astana Anlaşması’nın hedefleri ile sahaya yansıyan amaçlar arasında ciddi çelişkiler olduğuna işaret ediyor.

TÜRKİYE ÜZERİNDE YÜRÜNMESİ ZOR KAYPAK BİR ZEMİNE MAHKUM EDİLDİ

Zaten mevcut durumda bu çelişkilerin olmaması pek mümkün gözükmüyor. Çünkü, Türkiye Suriye’de kendi ulusal çıkarlarına tamamen zıt stratejik hedefleri olan İran ve Rusya ile doğrudan, Şam rejimiyle ise zımnen birlikte hareket etmek gibi oldukça tuhaf bir açmaza düşürülmüş bulunuyor. Bu derin çelişki, Suriye krizinde yeniden sanki aktif bir aktör haline gelmiş gibi yanıltıcı bir görüntü vermesine rağmen, Türkiye’yi üzerinde yürünmesi oldukça zor kaypak bir zemine mahkûm etmiş durumda. Öyle ki, İdlib’e “intikal” ettirilen Türk askerinin oradaki varlığının Suriye tarafıyla koordine edilmesi için Türkiye’nin Rusya’ya ricacı olduğu bile iddia ediliyor.

Böylesine kaypak bir zeminde en büyük tehlikeyi ise el-Nusra ile çatışma riski oluşturuyor. Çünkü, bazı radikal unsurlar el-Nusra’nın kurduğu HTŞ’den ayrılmış olsa da, el-Nusra İdlib’deki vurucu gücünü hala koruyor. ÖSO gruplarının ‘Ulusal Ordu’ adı altında 63 muhalif gruptan 44’ünün desteğini alması da Şam ve PYD’den ziyade el-Nusra karşıtı bir girişim olarak görülüyor. Bu güç birlikteliğine rağmen ÖSO, İdlib’te HTŞ’ye nazaran daha zayıf bir durumda bulunuyor.

Maalesef Mehmetçik, Erdoğan’ın ihtirasları yüzünden işlerin tam bir Arap saçına döndüğü Suriye’de kime hizmet ettiği belli olmayan bir savaş uğruna yine canını, kanını vermek tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor. Atalarımız boşuna ‘akılsız başın ceremesini ayaklar çeker’ dememiş.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin