Arafat’tan Müzdelife’ye doğru [Harun Tokak-Hac Hatıraları-3]

Arafat, bir değil bin dil olmuş konuşuyor.

Bu vakitlerde daha derin, daha içten, daha ağlamaklı sesler…

Milyonların namazlarına, niyazlarına, dualarına, yakarışlarına, iç çekişlerine, iç döküşlerine ve gözyaşlarına şahit olmanın mutluluğu var Arafat ovasının yüzünde. Çadırların içinde, kumların üzerinde, ya da bir insan bedenini bile istiap etmeyen yeni dikilmiş küçük bir ağacın gölgesinde… Namaz kılan, duaya duran insanların her biri Rabbiyle baş başa:

“İlahi! Yolumuz uzun, azığımız kıt, yükümüz ağır, düşmanımız kavi…”

Keşke burada bulunan dört milyon insan Âlem-i İslam’ın içinde bulunduğu durumu bütün ruhunda hissetse ve ellerle birlikte gönüllerde Hakk’a açılsa… Bir anda çok şey değişirdi.

Ne yazık!..

Demek bu ıstırabı yeteri kadar duyamıyoruz!

Geride kızıl bir saltanat bırakarak olanca ihtişamıyla ufkun ardına kaymaya hazırlanan Arife güneşinin Arafat ovasında oluşturduğu rengârenk ışık huzmeleri…

Kızgın kumların üzerinde diz çökerek, gönlünü Yaradan’a açmış milyonlarca insan… Aydınlık yüzler, yaşlı gözler ve son bir ümitle Hakk’a açılan kederli avuçlar…

Duyarlı hiç kimsenin, Rönesans ressamlarının resmetmekten aciz kalacağı bu muhteşem manzaranın büyüsünden kendini kurtarabileceğini sanmıyorum.

Güneşin gurubu ile akşamın kızıllığına boyanmış Arafat ovasını dolduran milyonlar Müzdelife ‘ye doğru akmaya başlıyor.

Arafat ovasını dolduran, Arafat Dağı etrafında girdaplaşan insan seli, yatağından taşarcasına dönmeye ve geçitten yokuş aşağı sarkıyor.

Ümit yolcuları bir denizin dalgaları gibi kabarmış, Müzdelife sahiline koşuyor.

“Arafat’tan sonra topluca boşanıp aktığınızda Meş’arü’l Haram’ın yanında Allah’ı zikredin.”(Bakara,198) İlahî beyanına teslimiyet içinde gürül gürül Müzdelife’ye akan nurlu nehrin arasına biz de karışıyoruz.

Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Müzdelife’ye varıyoruz.

Ay saçlarımızı okşuyor. Bal gibi tatlı bir aydınlık ellerimize, avuçlarımıza doluyor. Rahmet, dudaklarımızda, şakaklarımızda geziniyor.

Buralardan binlerce, milyonlarca bereketli ayağın geçtiği aşikâr.

Akşama kadar Âdem Nebi gibi Arafat’ta ağlamış, rahmet suları ile yunmuş yıkanmış bu dupduru insanların arasında sanki melekler dolaşıyor. Onları ellerinden tutarak gökyüzünde gezdiriyorlar.

Milyonlarca insan, ay ışığında parlayan beyaz elbiseleri içinde, ötelerden gelen rahmet esintileri ile kıpırdıyor, dalgalanıyor.

Gecenin hükümranlığında her şey gerçek biçimini kaybetmiş. İnsanlar, dağlar, tepeler, gökler ve yerler kendi sınırların dışına çıkıp birbirlerinin içine geçerek büyülü bir hareketlilik kazanmış.

Sade insanlar değil, dağ taş en coşkulu, en huzurlu, en mutlu gecesini yaşıyor.

Ve derken Müzdelife ya da diğer adıyla Meş’arü’l Haram, bir gecelik misafirleri ile konuşmaya başlıyor:

“İlk insan, ilk peygamber Hazreti Âdem ve onun cennette yaratılan eşi Hazreti Havva geçip gitti buralardan.

“Cebrail aleyhisselam, Hazreti İbrahim’e rehberlik etti bu topraklarda.

Nebiler Nebisi gözyaşları ile gecenin siyah zülüflerini ıslattı. Arafat’ta gülmeyen yüzü burada güldü. Ümmeti ile ilgili Arafat’ta alamadıklarını burada aldı.

Arafat bir rükû gündüzü, bense bir secde gecesiyim.

Arafat, tanımaktır. Ben tanımaktan sonraki merhaleyim. Yani “bilinç,” yani “şuur”un mekânıyım. Kur’an’ın tabiri ile “Meş’arü’l Haram”ım ben. “Şuurlu müminlerin harem dairesi”yim.

Müzdelife, “yakın olmak” demek. Ben Allah’a yakınlığın iklimiyim.

Gökteki yıldızlarla yerdeki yıldızlar birbirleriyle kucaklaşır bende.

Gece ilerledikçe daha büyülü bir hal alırım.

Müminlerin kalp atışları, meleklerin soluklarına karışır.

Onca kalabalığın içinde daha bir yalnız hisseder kendini insan benim gecemde.

Dünya kimsenin umurunda değildir.

Hakk’a ulaştıran ayrı bir rıhtım, ayrı bir liman ve ayrı bir rampayım ben.

Sabaha kadar Rabbinin huzurunda el pençe divan duran has kullara açarım sırlarımı. Harem dairesine girenlere. Yakınlığın hakkını verenlere…

Hacılar Şeytan’a atacakları taşları da benden toplarlar, o taşları hedefine isabet ettirecek manevi gücü de…

“Allah’ım! Yarınki savaşta bana güç ver. Beni şeytan karşısında güçsüz bırakma!” diye dua ederler.

Ebabil kuşlarının benim şahitliğimde Ebrehe’nin ordusuna fırlattığı küçük taşlar gibi taşlar toplarlar.

Savaş günün aydınlığında olacak olsa da silahlar ay ışığında burada hazır edilir.

Güllerin Efendisi benim için, “Müzdelife’de en büyük günah, kişinin affedilmediği vehmine kapılmasıdır” dedi.

Her yıl bu gece benim için çok özeldir.

Arafat’ta bilgi ve marifete ulaşan milyonlar, burada bilinç ve şuura erişir ve şeytanla savaşa hazır hale gelir.

Ve bayram sabahının tebessümü, seherin savaşçılarını aşkın ve sevginin diyarı Mina’ya doğru harekete geçirir.

Safa ve Merve

Şafak vakti Müzdelife ’den Mina’ya akmaya başlayan milyonların arasına Hasan Abdullahlarla biz de karışıyoruz. Bayram sabahının neşvesi doluyor içimize.

Yeni günle birlikte şeytanın yeryüzündeki en büyük üssü yerle bir edilecek. Yolumuz bir hayli uzak. Yaklaşık sekiz km.

Gittikçe kabaran bereketli bir nehir gibi her koldan akıyor insan seli.

Milyonların tekbir sesleri Mina’nın etrafındaki dağlarda yankılanıyor.

Durmanın ya da geriye dönmenin imkânı yok.

Bir ara, geçtiğimiz geçitlerin birinde binlerce insanın ezildiği haberi geliyor. Haber, tüm bedene yayılan korkunç bir acı gibi dalga dalga kalabalıkların arasına yayılıyor.

Şeytan yine şeytanlığını yapıyor.

İhramlı süvariler, bayram güneşinin ilk ışıkları altında ellerinde sıkı sıkıya tuttukları küçük taşlarla şeytanın merkez üssüne doğru dalga dalga akıyor.

Yakıcı güneşin altında, onca kalabalığın arasında yürümekte zorlanıyoruz.

Daha da kötüsü Hasan Abdullahları kaybediyoruz. Yorgunluk, susuzluk, uykusuzluk yavaş yavaş bütün bedenimizi esir alıyor.

Zahmet ve lezzetin kol kola girdiği bir yürüyüşten sonra nihayet Şeytanın merkez üssüne varıyoruz.  Gür ormanların uğultusu gibi korkunç bir gürültü karşılıyor bizi. Sanki bir yerlerde fırtınalar kopuyor, çadırlar sökülüyor.

Korkunç bir savaşın tam ortasındayız.

Taşlar atılıyor, tekbirler getiriliyor, yer gök inliyor.

Herkes İbrahim olma sevdasında.

Her ne kadar belirli bir yere doğru atılıyormuş gibi görünse de, atılan taşlarla Şeytan’ın beli kırılıyor, gözü kör ediliyor, yeryüzündeki üsleri dağıtılıyor. Aslında kul, nefsinin günahını kendine unutturan iblisini taşlıyor, şirki yok edilip tevhidi inşa ediyor.

İlk gün sadece Büyük Şeytan taşlanacak.

Yedişer tane taş atıyoruz.

Sonraki gün yeniden gelmek üzere Kâbe’ye doğru büyük bir coşku ile akan kalabalığın arasına karışıyoruz.

İki günlük bir ayrılıktan sonra Allah’ın evine yeniden kavuşuyoruz.  Kabe oldukça sakin.

Bayramda yeni elbisesini giyen bir dilber gibi, değişen örtüsüyle daha bir güzelleşmiş.

Farz tavafı tamamladıktan sonra Makam-ı İbrahim’de iki rekât namaz kılıp, Sa’yımızı yapmak üzere Safa tepesine tırmanıyoruz.

Safa ile Merve tepeleri arasında dört kez gidiş ve üç kez geliş olan “Sa’y”, asil bir ananın insanlığa verdiği soylu bir dersten neşet ediyor.

Yüreğimiz tıpkı Hacer anamızın yüreği gibi.

Yanımızda her renkten, her milletten insan yürüyor. Kimi bir rehber eşliğinde duaları tekrarlıyor; kimi bir kitabın satırlarından, kimi kendi gönlünden yakarıyor.

Kalabalıklar, yeşil ışıklara gelince hızlanıyor, geçince yine yavaşlıyor. Beşeriyetin yitik çocuklarına yürek dolusu imanı taşımak için yapılan ömürlük bir yürüyüşün provası bu adımlar.

İhramlı süvariler, yokuş yukarı akan bir nehir gibi Merve tepesine tırmanıyor. Tam tepe noktada girdaplaşıyor, sonra Safa’ya doğru yeniden inişe geçiyorlar.

Bir ara eşim yürümekte zorlanmaya başlıyor. Tekerlekli sandalyeler yanımızdan bir o yana bir bu yana geçerken, ‘Hâlâ binmemekte ısrarlı mısın?’ dercesine yüzüne bakıyorum. “İstemem,” diyor. ‘Hacer anamız yalın ayak, baş açık kızgın kumların üzerinde yürümüş, ben de yürümek istiyorum’

Dura dinlene iki tepe arasında dört kez gidip üç kez geliyoruz.

Merve tepesinde tamamlanıyor yürüyüşümüz. Kâbe’ye doğru dönerek ellerimizi kaldırıp duaya duruyoruz.

“İlahi! Yolumuz uzun, azığımız kıt, yükümüz ağır, düşmanımız kavi…”

Dua ederken ‘Acaba Merve bizimle konuşmayacak mı?’ kaygısı geçiyor içimden. Sesimi duymuş gibi cevap veriyor:

“Cennetten sonraki dünya gurbeti kolay çekilir bir acı değildir” diyor Hz. Âdem ve Havva’nın dünya sürgününü kast ederek. “Onlar, dünyayı cennet haline getirmek için cennetten sürgün yemişlerdi. Bu inanan insanların ortak kaderidir. Her yükseliş hikâyesi bir düşüşle başlar. Yeryüzü mirasçıları hep hicrete zorlanır.”

Merve’nin efsunlu sesi çok etkiliyor beni. Durup söylediklerini düşünmeye başlıyorum. O, insanın yeryüzüne geliş öyküsünü Arafat’ın bıraktığı yerden alıp anlatmaya başlıyor:

“Ben de Arafat’ta buluşan Âdem ile Havva’nın buraya gelip Kâbe’yi inşa etmesiyle şenlendim.

Kuş cıvıltılarına çocuk cıvıltıları karıştı.

Ocak yanıyor, koyunlar, kuzular meleşiyor, toprak işleniyordu.

Hazreti Âdem, eşini ve çocuklarını yanına alıyor, Kâbe’de Hakk’a niyaza duruyordu.

Dünya yüzünde cennette olmayan bir şey vardı. Burada kabiliyetler inkişaf ediyor, hasla ham birbirinden ayrılıyordu.

Ayrışma bir kıskançlık öyküsü ile başladı ve yeryüzünde “ilk kan” döküldü.

Hazreti Âdem’in oğullarından Kâbil, haset, kin ve öfkesine yenik düşerek kardeşi Hâbil’i öldürdü.

Âdemoğullarının ilk yüz karası oldu Kâbil.

Öldürdüğü kardeşini ne yapacağını şaşırdı da, bir kargadan ders aldı.

“Bir karga kadar olamadım!” dedi.

Rehberi karga olan Kâbil, mezar kazıcıların pîri oldu.

Bu topraklardan çekip gitti.

Yeryüzünde inananların sayısı arttı. Kâinat kitabının okuyucuları çoğaldıkça çoğaldı.

Âdem bir gün oğullarını çağırdı

“Evlatlarım” dedi. “Ben cennet meyvelerinden yemeyi özlüyorum!”

Oğulları onu babaları için aramaya gittiler.

Yolda meleklerle karşılaştılar.

Meleklerin yanında, Âdem aleyhisselam için kefen, güzel koku ile kazma, kürek ve zembil vardı.

“Ey Âdem’in oğulları! Nereye gidiyorsunuz ve ne istiyorsunuz?” diye sordu melekler.

“Babamız hasta. Cennet meyvelerinden yemeyi arzuluyor. Onu bulmak için gidiyoruz.”

“Geri dönünüz. Babanızın eceli geldi.”

Âdem aleyhisselamın oğulları, meleklerle birlikte geri döndüler.

Melekler Âdem’in yanına girince, Havva durumu anladı ve korktu.

Âdem’e sıkı sıkıya sarıldı.

Âdem, Havva’ya seslendi:

“Sen de yakında peşimden geleceksin, merak etme. Şimdi vuslat zamanı. Yüce Rabbimin melekleriyle benim aramdan çekil de yoluma gideyim!”

Hazreti Âdem sonra oğlu Şit’i yanına çağırdı.

“Ey Şit oğullarına söyle” dedi. “Dünyayı sonsuz sanmasınlar. İşte ben bin

yıl yaşadım ama ben de ömrümün sonuna geldim. Bu fani dünyadan er

veya geç bir gün göçüp gideceklerini hatırlarından çıkarmasınlar. Yapacakları

her işin, atacakları her adımın sonunu düşünsünler. Doğruluğuna inandıkları, tecrübeli, bilgili, görgülü kişilerle istişare etsinler.”

Melekler Âdem aleyhisselamın ruhunu kabzettiler.  Sonra bedenini yıkadılar, kefenlediler, güzel kokular sürdüler.

Kabrini kazdılar. Meleklerden birisi öne geçti. Öteki melekler de onun arkasına durdular.

Âdem’in çocukları, torunları, torunlarının torunları da onların arkasında sıralandılar. Cenaze namazını kıldılar.

Melekler kabrin içine girip Âdem’i kabre indirdiler.

Kabrin üzerine toprak çektikten sonra:

“Ey Âdem’in oğulları! İşte, ölüleriniz hakkında tutacağınız yol budur.” dediler.

Hazreti Âdem’den sonra oğlu Şit, torunlarından İdris ve Nuh peygamber oldu.

Nuh Tufanından sonra ıssızlığın dağlarla çevrelendiği çorak bir mekân haline geldi buralar. Hazreti Âdem’in inşa ettiği Kâbe’den hiçbir iz kalmadı.

Kül rengi dağlarda, kızgın çöllerde vahşi hayvanların ulumaları duyuluyordu.

Bilmiyorum üzerimden kaç yüzyıl geçti.

“Ey İbrahim! Bizi bırakıp nereye gidiyorsun?”

Derken, beklemekten yorulduğum bir gün, bu ıssız diyarlara üç bereketli insan geldi.

Bunlar, Hazreti İbrahim, Hazreti Hacer ve kundaktaki oğulları İsmail’di.

Baba İbrahim, anne oğula çölün ortasında bir çadır kurdu. Kundaktaki yavrusunu uzun uzun bağrına basıp sevdi, okşadı.

Sonra bebeği annesinin kucağına verip, bineğine binerek onlardan uzaklaşmaya başladı.

Hacer arkasından seslendi:

“Ey İbrahim! Bizi bırakıp nereye gidiyorsun?”

Hazreti İbrahim cevap vermedi, arkasına dönüp bakmadı. Dönüp baksa, belli ki yüreği dayanmayacaktı.

İbrahim uzaklaştıkça Hacer’in sesi, yalnızlığın ve çaresizliğin çığlığına dönüştü.

“İbrahiiiiiiim! Bizi kime bırakıp gidiyorsun?”

İbrahim ses mesafesinden çıkıyordu. Durdu, Arkasına bakmadan,

“Allah’a” dedi.

Hazreti Hacer, Hakk’ın emrinden başka hiçbir gücün eşine bunu yaptıramayacağını biliyordu.

Soruyu değiştirdi,

“Bizi bu ıssız ve kimsesiz yerlere bırakmanı Allah mı emretti?”

Yine arkasına bakmadan, “Evet” dedi İbrahim.

“Öyleyse O bizi korur.” dedi Hâcer.

Yüzünde teslimiyetin vakarı vardı.

Baktım, İbrahim bineğinin üzerinde sarsıla sarsıla ağlıyordu.

Yarın: 4. Bölüm, GÖZYAŞI VADİSİ

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin