Anti-emperyalizmin faturası

YORUM | KEMAL AY

Emperyalizm kelimesinin ilk kez bir suçlama olarak, 1870’lerde İngiliz parlamentosunda dile getirildiği tahmin ediliyor. Muteber bir sözlüğe göre anti-emperyalizm teriminin ilk kez kullanılışı da 1861’de olmuş. 1800’lü yıllar Avrupa devletlerinin kolonileşme faaliyetlerinin hız kazandığı, dış politikanın en az iç politika kadar önem arz ettiği bir dönem. Nitekim İngiliz parlamentosunda emperyalist idealleri sebebiyle suçlanan Başbakan Benjamin Disraeli, kendinden önceki hükümeti dış politikayı boşlamakla suçlamış hep. Öyle ki, 1877’deki Bulgar isyanı sırasında bu bölgeyi Bosna’yla birlikte işgal etmeyi ve hatta Osmanlı ordusunu yönetmeyi düşünmüş. İngiliz bürokrasisi bu fikirleri gayriciddi bularak geri çevirmiş.

Disraeli, yalnız değil. Devrin Alman Şansölyesi Otto van Bismarck, başlarda karşı çıktığı emperyalist politikaları, 1880’lerde halkın ve çevresinin talepleri doğrultusunda uygulamaya koyuyor. Zira dönemin Avrupa’sında Afrika’da ya da Pasifik’te birkaç koloni sahibi olmak, bir anlamda politik başarı çıtası olarak görülüyor. Bismarck’ın politik ve askerî güçle harmanlanmış Alman milliyetçiliği de, böyle bir duruma ihtiyaç duymuş. Bu dönemler Amerika kıtasında İspanyollarla Amerikalıların Güney Amerika’yı kontrol etme savaşı verdiği, Haiti’de kölelerin Fransa’ya karşı ayaklandığı, Afrika’dan kölelerle doldurulmuş gemilerin yeni kıtaya taşındığı bir zaman dilimi.

İKİ ÖNEMLİ KIRILMA

Elbette Avrupa’da bu politikaları eleştirenler de mevcut. İngiliz parlamentosu da bu konuda tek örnek değil. Ancak anti-emperyalizm kavramının ciddi anlamda politik ajandaya dönüşmesi için iki önemli tarihî kırılma yaşanması gerekiyor. İlki, 1917’de Rusya’daki Bolşevik devrimi. Bu, dünyada emperyalizmle kapitalizm arasındaki ilişkiye sürekli dikkat çeken Marksist politikacıları merkeze yaklaştıran bir ivme sağlıyor. Bu da, ‘halkların kendi kaderini tayin hakkı’ bahsinden hareketle, özellikle İmparatorlukların dağılması fikrini güçlendiriyor. Polonyalı meşhur Marksist siyasetçi Rosa Luxemburg mesela, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasını, Balkanlarda olduğu gibi diğer bölgelerde de etnik temelli ayrılıkçı hareketlerin desteklenmesi gerektiğini savunuyor.

İkinci kırılma, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan uluslaşma süreçleri. İmparatorluklar, savaştan çok önce öngörüldüğü gibi parçalanıyor ve yeni uluslar sahneye çıkıyor. Bu durum de-kolonizasyon süreçlerini de tetikliyor. Balkanlar’da ve Ortadoğu’da başlayan uluslaşma ve bağımsızlaşma hareketleri Afrika’ya da sıçrıyor. 20. yüzyılda anti-emperyalizmin bayraktarlığını beklendiği üzere Sovyetler Birliği yapıyor. Bağımsızlık mücadelesi veren Afrika kolonilerini askerî olarak destekliyor. Elbette bu Batı’yla giriştiği güç mücadelesinin bir uzantısı olduğu ölçüde pragmatik bir karar. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ile girişilen Soğuk Savaş’ın politik argümanlarından birisi de anti-emperyalizm oluyor haliyle. ABD’nin güney komşuları bir anda kendilerini CIA destekli hükümetlerle, Sovyetler destekli devrimciler arasında buluyor.

SİYASİ AJANDA

Anti-emperyalizm ve post-kolonyalizm birbirine karıştırılan kavramlar çoğunlukla. Aslında her ikisi de Batı’nın kendi eleştirisi olarak ortaya çıkıp sonrasında Batı dışında ağırlık kazanmış meseleler. Ancak ilki, çoğunlukla Marksist geleneğin izlerini taşırken, ikincisi politik olmaktan çok kültürel referanslarıyla literatürde yer buluyor. Anti-emperyalizm Batı-karşıtlığının güçlü olduğu coğrafyalarda bir çeşit alternatif politika önermenin adına dönüşürken, post-kolonyalizm ‘çoğulculuk’ ya da ‘çok kültürlülük’ gibi meselelerin topluma mal edilmesi için bir zemin arayışı olarak öne çıkıyor.

Sovyetler Birliği’nin anti-emperyalizm ajandası, tanklarla Çekoslovakya’ya ve Afganistan’a girme kararı verdiğinde suya düşmüştü. O güne kadar bir çeşit ‘alternatif adres’ olarak uluslararası düzende ABD’nin tek sesliliğini kırmaya çalışan Sovyetler Birliği, artık bizzat emperyal bir güç olduğunu ilan etmiş oluyordu. Sovyetlerin dağılmasıyla bu alternatif ortadan kalkmış görünse de, bugünlerde Çin ve Rusya’nın benzer bir ‘blok’ oluşturma çabası ortada. Rusya’nın Gürcistan, Ukrayna ve son olarak Suriye’deki askerî müdahalelerinin Amerikan emperyalizminden ne açılardan farklı olduğu sorusu, aslında bahsetmek istediğim çelişkiyi de barındırıyor.

ANTİ-BATICILIĞIN SONUÇLARI

Politik hareketler, belirgin bir sorun karşısında geliştirilen çözüm önerilerine dayanır. Emperyalizm, başlı başına bir sorun. Bunun en kötü formu olan kolonyalizm şimdilik rafa kalkmış görünüyor ancak küreselleşen dünyada bazı askerî ya da ekonomik araçlara sahip ‘merkezlerin’ daha fazla ağırlığının olması, kaçınılmaz görünüyor. Ülkeleri ‘kendi çıkarlarını savundukları’ için suçlamak anlamsız. Her ülke, öyle ya da böyle, dış politikasını buna göre belirliyor zaten. Ancak işin içine örtülü askerî operasyonlar, siyasî müdahaleler, keyfî ekonomik yaptırımlar girince, mesele ‘kendi çıkarını savunmak’tan çıkıp gayriahlaki bir dayatmacılığa giriyor. Özellikle Batı’nın bu konudaki kirli sicili, anti-emperyalizmi anti-Batıcılıkla eşdeğer hâle getirmiş durumda.

Gelgelelim, buradaki temel çelişki anti-emperyalist dış politika güttüğünü iddia eden rejimlerin aynı zamanda sorunlu insan hakları ve özgürlükler karnesine sahip olmaları. Başta Sovyetler Birliği, anti-emperyalist söylemi altını çize çize kullanan bütün rejimler, kendi toplumlarını bir çeşit ‘açık hava hapishanesine’ çevirmekle meşhur. İran’dan Küba’ya, Venezüella’dan Libya’ya politik ajandasına anti-emperyalizmi koyan ülkelerdeki bu tuhaf ‘kapalı toplum’ tutkusunun bir sebebi olmalı. Zira bu ülke liderleri anti-emperyalizm kaldıracıyla sadece dış politikada ‘ses getirmekle’ kalmıyor, aynı zamanda iç politikada da muhalifleri ‘emperyalizm ajanları’ olarak yaftalayıp iktidarlarını sürekli hâle getiriyorlar.

ELEŞTİRİNİN ELEŞTİRİLENE DÖNÜŞÜMÜ

Bu çok tuhaf bir durum. Sovyetler Birliği deneyiminin kendisi kadar tuhaf. Çok haklı bir kapitalizm eleştirisinin, zamanda totaliter bir devleti netice vermesi beklenmedik bir gelişme. İnsanları ekonomik özneler olmaktan çıkarırken, tamamen özne olmaktan çıkarmayı tutturmak, politik önceliklerin nasıl baştan çıkarıcı olduğunun da göstergesi. Bunda, anti-emperyalizm ajandasına ve ‘devrimci’ niteliklere sahip politik hareketlerin efendi-köle ilişkisinde efendinin yerine geçmek isteyen köle davranışı sergilemesi başat rol oynuyor. Haliyle politik öncelik, kendini ispat sadedinde ‘efendilik özellikleri göstermek’ olarak beliriyor ve bunun için de ‘kölelere’ ihtiyaç duyuyorsunuz. Çünkü efendiden öyle öğrendiniz.

Maalesef dünya tarihi, anti-emperyalist politikalarla ‘meşruiyet’ kazanmaya çalışan rejimlerin kabarık insan hakları ve özgürlük faturalarıyla dolu. Bazıları ‘insan hakları’ kavramını bizatihi anti-emperyalist bir ‘araç’ olarak kabul ediyor. Bunun ‘Batı’nın dayatması’ olduğunu belirtiyor. Nitekim Batı’nın genel bir kaide olarak belirlediği demokrasi ve özgürlükler standardı, reelpolitik gerekçelerle uluslararası ilişkilerde istisnalara boğuldukça, anti-emperyalizm eleştirisi de güç kazanıyor. ‘İkiyüzlü Batılı’ imajı, Batı-dışındaki kapalı rejimler için en büyük meşruiyet hikâyesi. Bu da, bugünlerdeki büyük problemlerin en önemli kaynağı.

Bu sebeple de, İran’daki gösterilerin ‘Amerikan oyunu’ olarak görülmesi, Venezüella’daki açık ihlallerin bile anti-emperyalizm uğruna alkışlanması, Gezi Parkı’nın bir ‘üst akıl’ tarafından kurgulandığının öne sürülmesi, hâlen alıcı bulabiliyor.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin