Ama hangi sen, hangi ben, hangi o?

YORUM | ABDULLAH SALİH GÜVEN

Yalan ve nifak arasındaki ilişkiyi anlatacağım demiştim son yazımda.

Onu bir sonraki yazıya ertelemeye karar verdim.

İnsicamın sağlanması açısından okuduğunuz yazıyı öncelemenin gereğine inandım.

 

***

Yıllar önceydi.

Tuğla kalınlığında bir kitaptı.

Kitabı alırken ürktüm. Kaç günde biter diye düşündüm.

Ama eş zamanlı okumalarım arasında ona da bir yer ayırırım, günde 15-20 sayfa okurum dedim.

Böyle olunca ne zaman biterse bitsin manası taşıyor kitap benim için.

Kitabın hacminden kaynaklanan ve bana ilk etapta “Bu kitap da okunur mu?” dedirten psikolojik yılgınlığımı bununla atıyorum.

Size de tavsiye ederim.

Eve gelip okumaya başladıktan sonra elimden bırakamadım.

Roman değildi kitap.

Zevk aldığım, her bir konusunu zevkle ve öğrenme aşkıyla okuduğum İslam hukukuna ait de değildi.

Ama birkaç günde, birkaç oturumda bitirdim.

Merakınızı daha fazla tahrik etmeyeyim; Taha Akyol’a ait “Ama hangi Atatürk?” kitabından bahsediyorum.

Birbirinden farklı, çelişkili, zıt Atatürk algılarını masaya yatırmış bu kitabında Akyol.

 

***

Algı dediğime bakmayın.

Aslında olgu demek lazım.

Mevcut algılar, dayandıkları tarihi hadiselerle temellendirmiş.

Osmanlı dönemindeki asker Atatürk, Millî Mücadele’de İslam’ı önceleyen Atatürk, Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında devrimci Atatürk, ilerleyen yıllarda Batı bloku ile sık dokulu münasebetlere giren Batı’cı Atatürk vs.

Ve şu soruyu sormuş: “Ama Hangi Atatürk?”

Çünkü onun tespitlerine göre içinde yaşadığı sosyal, kültürel, iktisadi, askeri, dini şartlara bağlı olarak birbirinden farklı, hatta birbirine zıt Atatürk vardır karşımızda.

En basitinden Merhum Erbakan’ın “Atatürk sağ olsaydı Refah partisine oy verirdi” dediği Atatürk Millî Mücadele yıllarında Balıkesir’de camide Cuma hutbesi okuyan, sarıklıların sarıksızlardan daha çok olduğu Birinci Millet Meclisini dualarla açan Atatürk’tür.

 

***

Yalan konusunu masaya yatırdığımız yazı serisinde neden bu kitaba atıfta bulundum?

Yazının başlığına bakın.

Ama hangi sen, hangi ben, hangi o?

Sadece Atatürk değil, sen, ben, o, siz, biz, onlar; kısacası hepimiz ve herkes, birbirinden farklı kimlik ve kişiliklere ev sahipliği yapıyoruz.

Bazen birisi diğerini bastırıyor.

Bazen eş değer oluyorlar.

Bazen nur ile zulmet, aydınlık ile karanlık, siyah ile beyaz netliği içinde birbirinden ayrılıyorlar.

Bazen de iç içe yaşıyorlar.

Psikoloji ilminin çifte kişilik dediği karaktere bürünüyor bunu taşıyan insan.

Şeytan ve melek.

Şeytan desen şeytan değil; melek.

Melek desen melek değil; şeytan.

Böyle olunca dün yalan söylemeyen bir insan bugün söyleyebiliyor.

Dün yalanın her türlüsüne lanet okuyan bir insan, bugün yalandan bir dünya inşa edebiliyor.

Yalana ‘ilm-i İlahiye muhalif beyanda bulunmaktır’ tarifini yapan Hocaefendi’ye göre saat 2:56 iken, dakikaları yuvarlayarak saat 3 diyen insanın bu beyanı bir yalan.

Yine onun verdiği misaller içinde dilleri “Biz Kur’an’ın hadimleri. Pür imanlı ve zindeyiz. Biz bu yoldan dönmeyiz asla. Peygamberin izindeyiz” derken, beyan ve davranışları ile Peygamberin izinden gitmeyen insanların “Peygamberin izindeyiz” demesi yalan.

 

***

Ama dün böyle değildi?

Saat 2:56 iken, saat 3 demiyordu, aksine üzerine basa basa 2:56 diyordu.

Peygamberin izindeyiz derken hakikaten her türlü tavır ve davranış ile Peygamberin izindeydi.

Tamam, ben de yazının başından bu yana bunu söylemeye çalışıyorum.

O dündü. Bugün değil.

O dün böyle davranıyordu; bugün farklı.

Dünkü ben öyle yapıyordum, bugünkü ben aynı hassasiyeti taşımıyorum.

Dünkü sen öyleydin; yılandan-çıyandan kaçar gibi kaçıyordun yalandan ama bugün yalanın içine gömülmüşsün.

Farkında değil misin?

Aynada kendine hiç mi bakmıyorsun?

Dünkü sen ile bugünkü sen arasında dağlar kadar fark var.

Dağlar kadar fark tabiri, uzaklığı, zıtlığı, aradaki uçurumu anlatmak için yapılan bir teşbih.

Allah’ın yalan söylemeyin emrine muhalefetin olduğu inanç, düşünce ve davranış değişikliğini anlatmak için daha korkunç, daha ürpertici başka teşbihler bulmak lazım.

Lafa gelince, “Allah ayetinde kendinin aleyhine bile olsa doğruyu şöyle” diyor diyeceksin, “Adil ol, hakka ve hakikate şahitlik yap, taraftar ol, hakkı gözet, adaletin tahakkukunu engelleme diyor” diyeceksin, ama kendi nefsinin aleyhinde şahitlikte bulunmaya sıra gelince yalan söyleyeceksin.

Evet, kabul ediyorum sen öyleydin, ben öyleydim, o öyleydi; ama o dündü be Azizim!

Sen bana bugünden bahset; dünden değil.

Çünkü dün tarih oldu.

Dünkü sen de, ben de, o da tarih ilminin malzemesiyiz artık.

 

***

Başa döneyim, Akyol’un “Ama Hangi Atatürk?” sorusunu herkes kendine sormalı. Hangi ben?

Dünkü ben mi, bugünkü ben mi?

Aradaki fark nedir?

İman ve imana ait değerleri, emir ve yasakları inanma ve uygulamada bende bir değişiklik var mı?

Varsa bu değişiklik iyiye doğru mu ilerliyor yoksa geriye doğru mu gidiyor?

Dün haram diye rüyama dahi misafir etmediğim yanlışlıkları bugün de aynı şekilde yanlış sayıyor muyum yoksa kırılmalar mı yaşıyorum.

Dünün yanlışları bugünün doğruları mı olmuş benim için?

Olduysa bunu nasıl izah ediyorum?

Aklıma, kalbime, vicdanıma bunu nasıl kabullendiriyorum.

Başkaları için nice nice eleştiriler getirdiğim hâlde, meşruiyet arayışı içinde miyim acaba?

Bulduğum mazeretlerle, meşru kılıflarla vicdanımı tatmin, aklımı da ikna mı ediyorum?

Evet herkes sorsun bu ve benzeri soruları kendisine.

Unutmasın, cevap aradığı asıl soru şu: “Ama hangi ben?”

Kolay gelsin.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. küçük bir düzeltme;

    “Balıkesir Hutbesi” aslında CUMA günü değil, Çarşamba günü okundu!

    Yani buna “cuma hutbesi” demek doğru değil. Cami konuşması demek daha doğru.

    Gelecekte de bir yazar “Ama Hangi Erdoğan” diye kitap yazar mı ki :))

  2. Kendimizi sorgulamadığımız bir günü Allah bize yaşatmasın! Evet biraz ağırvoldu farkındayım ama bunu neden bu şiddette yazdım açıklamaya çalışayım!!

    Bizler (Hizmete gönül verenlet,sempati duyanlar 3-5 kişi adına söylüyorum) şimdiye kadar öğrendiklerimizle amel ettik ve hiç bir zaman da devlet kademesinde illa şu makam bizim olsun diye beklemedik. Hocaefendi’nin kitaplarını bulabilmek,satın alabilmek için kendi aramızda çoğu zaman para toplar,bulunduğumuz şehirde bulamaz isek başka şehirlerde arar bulur; dönüşümlü olarak okur ve anlamaya çalışırdık. Bu işe 2000 yılında kendi halimizce karar vermistik. Ne bir yurda gittik,ne bir toplantılara katıldık. Sadece 3-5 arkadaşla Risaleler başta olmak üzere Hocaefendi’nin tüm kitaplarını okuyarak hayatımızdaki ibadetlerimizi,zikirleri,davranışlarımızı ona göre ayarladık. Ne zaman ki bu meş’um olaylar oldu. Kendimizi tüm arkadaşlarla sorguya çektik. “Acaba gittiğimiz yol yanlış mı? Selef-i salihin ve ehl-i sünnet yolundan çiktık mı diye?

    Her günümüzün sonunda kendimizi sorgulamayı alışkanlık haline getirdiğimizde başta kendi ülkemiz olmak üzere dünyadaki diğer ülkelerdeki cemaat mensuplarının nasıl bir oyun içine çekilerek tuzağa düşürüldüklerini gördük ve bu durumdan kurtarmak için ne yapabilirizi soruyoruz birbirimize. Etimiz budumuz belli vasıfsız kişileriz ve karşımızda ceberrut bir güruh var. Duadan başka silahımız olmadığı için dualarımızla bu zorlu günleri geçirmeye çalışıtoruz. Zulumün dokunmadığı hiç bir mazlumun kalmadığı bir zanda kendimizi her konuda sorguluyoruz.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin