Alçaklığın en büyüğü onarımcılara savaş açmak!

Yorum | Bülent Keneş

 

Bugün fikirleri ham yobazların, kaba softaların elinde şiddet ve terör üretecek ölçüde istismar edilen Necip Fazıl, meşhur Sakarya Türküsü’nde şöyle diyordu:

Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;

    Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.

    Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;

    Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!”

Birçok felsefi/inanç sisteminde yeri olan düalizm, Çin felsefesindeki “ying yang”da sembolleşen iyinin kötüyle, güzelin çirkinle, aydınlığın karanlıkla anlam bulduğuna inanır ve tezatların iç içe geçmişliği mantığına dayanır. Hakikaten de ak ile kara, temiz ile kirli, yaşam ile ölüm hayatın bir parçasıdır. Tıpkı tahripkarlar ile onarımcıların, fesatçılar ile ıslahçıların hayatın bir parçası olması gibi. Düalite tahterevallisinin iyi ve pozitif tarafına denk düşenlerin, kötü ve negatif tarafında düşenlere oranla daha naif ve kırılgan olması ise sanırım yaratılışın imtihan sırrının bir tecellisi olsa gerektir.

KÖTÜLÜK KARŞISINDA İYİLİĞİN İŞİ HAKİKATEN ZOR

Kötülük karşısında iyiliğin, yıkıcılık karşısında yapıcılığın, incelik karşısında kabalığın işi imkânsız olmasa da hakikaten müşküldür. Yıkmak kolay, yapmak zordur. Aydınlatmak fedakârlık ister, emek ister, yanmak ve tükenmek ister. Oysa karanlık için ışığın yokluğu yeterlidir. Ancak bakarsan bağ olur, bakmazsan olacağı dağdır. Gül yetiştirmek emeğe, sabra ve zahmete vabestedir. Dikenin ise bunların hiçbirine ihtiyacı olmaz. Şeyleri kendiliğine bıraktığında kokuşma, çürüme, batağa dönüşme, yozlaşma ve paçozlaşma kaçınılmazdır. Çare ise, sabırla, sebatla bıkmadan usanmadan ıslah faaliyetleri, eskimişi restore, yozlaşmışı rehabilite, yıkılmışı tamir, kırılmışı onarma, yırtılmışı yamamadır.

Tek tek her ferdin karakterinde yer bulabilen yıkıcı ve yapıcı özellikler toplumların doğasında da kendilerine yer bulabilir. Islah edilmediğinde, tabiatı esas itibariyle yıkmaya eğilimli olan insanın ancak eğitim ve terbiye ile tahkim edilebilecek istidadı yapmaya da müsaittir. Neticede rahatı, konforu, kolay olanı tercih de insanın tabiatına dahildir. İnsan, sırf insan doğmakla insan olamadığı içindir ki Alvarlı Efe Hazretleri’nin “Allah bizi insan eyleye” duası son nefese kadar vird edinilmesi icab eden bir yakarmadır.

Yıkmak ve yıkmak vesilesiyle hayatın herhangi bir deminde insanlıktan çıkıp yıkılmak için sadece yıkıcı bir güdüye sahip olmak yeterliyken, yapmak onlarca yıllık sabra, sebata, tecrübeye, eğitime, zahmete ve çileye gereksinim duyar. Kendi kaderine terkedilmiş toplumlarda doğal süreç bozulmayı, yozlaşmayı getirir beraberinde. Böylesine bozulmuş bir toplumda kendiliğinden iyileşme ve düzelme olabilmesi ancak mucize kabilindendir. Şanslılarsa şayet içlerinden ıslah ediciler çıkar da topluma hayat veren değer ve erdemler açısından eksikleri tamamlar, çürümüşleri tazeler, eskimişleri yeniler, ölmüşleri hayata döndürürler.

YÜZLERCE YILLIK ÜMİTLERİ, YÜZ YILLIK TEMELLERİ, 50 YILLIK EMEKLERİ TALAN

Şayet yozlaşma ve yıkıcılık uzun bir süre hükümran olup da iflah olmaz derecede çok derin bir toplumsal hastalık haline gelmişse onarımcıların işi daha da zorlaşır. Çünkü, hiçbir değer tanımadıkları için tahripte fevkalade güçlü ve etkili olabilen yıkıcılar, her adımlarını ahlak, erdem, ilke ve değer eksenli atmak zorunda olan onarımcıların titizlendiği kadar titizlenmeye ihtiyaç duymazlar. Yıkıcılar, onarımcıların ince işçilikle ilmek ilmek dokumak zorunda olduklarına karşı kepçe ve dozerin, tank ve topun tarumar edici gücüyle hareket ederler. Yüzlerce yıllık ümitleri, yüz yıllık temelleri, 40-50 yıllık emekleri, bunların ürünü on binlerce ıslah ehlini hasat mevsiminde ekin tarlalarına dadanan aç çekirge sürüleri gibi talan eder, geride ise sadece bir enkaz yığını bırakırlar.

Islah edici onarımcıların en büyük çelişkisi de buradadır. Kendileri için hayatlarını, rahatlarını feda ettikleri yığınların, yıkıcıların elinde yıkıcılarla birlikte kendi kendilerini yok etmeye azmetmesi karşısında çaresizdirler. “İyilik yap iyilik bul” sözünün erişilmez bir ütopyaya dönüştüğü böyle durumlarda bile onarımcı kalabilmek büyük bir azim, sabır ve sebat meselesidir. Ama, buna mecburlardır. Çünkü içinden çıktıkları toplumun düştüğü bataktan çıkışı ancak onarımcıların akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk–i selim ya da zihn-i kâmil, hiss-i kâmil ve vücud-u kâmil olabilmeleriyle mümkündür. Sırf bunun için bile olsa akla müracattan, adalete dört elle sarılmaktan, ahlakla kuşanmaktan ve âdâbla donanmaktan vazgeçemezler.

ONARIMCILARIN EN GÜÇLÜ YANLARI AYNI ZAMANDA EN ZAYIF YANLARI DA

Neticede tabiatları ve vazifeleri gereği, ilkesel olarak, onarımcıların benlikleri oturmuş; haysiyet, vakar, sabır ve sebat ile terbiye edilmişlerdir. Hayatlarını idealleri uğruna harcarlarken, adanmışlık ruhuyla hareketten her ne pahasına olursa olsun geri duramazlar, muhasebe ve murakabeyi terk edemezler. Bu özellikleri bir taraftan ifsatçılara karşı en güçlü yanlarıyken, paradoksal olarak en zayıf ve en kırılgan yanlarını da teşkil eder.

Kendileri için istemediklerini başkaları için istemeyecek bir ahlakilikle kendi geçmişlerinin kazandırdığı kültürü evrensel insani değerlerle meczetmeye çaba harcarlar. İnsana siyah veya beyaz, uzun veya kısa, Türk ya da Kürt, Müslüman ya da gayr-i Müslim olduğu için değil, insan olduğu için değer verir ve yaratılanı sırf Yaratan’ından ötürü, sözde ve siyaseten değil, özde ve hakikaten severler. Kendi haysiyet ve karakterlerine, izzet ve onurlarına değer verdikleri için başkalarının haysiyet, karakter, izzet ve onurlarının korunmasına da kutsiyet derecesinde bir önem atfederler. Kendi nefsini ıslah edememişten bir ıslahçı olamayacağı için her ıslahçının önce kendi hastalıklarını tedaviyle işe başlaması, yüklenecekleri vazifenin gereği icabıdır.

HAYAT ‘SCHRÖDINGER’İN KEDİSİ’NE BAHŞETTİĞİ ŞANSI VERMİYOR İNSANA

“Onarımcılar” terimini edebiyat üzerinden terminolojiye kazandıran ünlü yazarın bile onarımcılık iddiasıyla çıktığı yolda, azıcık bir menfaat karşılığında kendisini çürümenin, yozlaşmanın ve paçozlaşmanın görkemli bir abidesi olan Saray’a sıradan bir yardakçı, kalibresi yüksek bir dalkavuk konumuna düşürmesi, hayat boyu “Allah bizi insan eyleye” duasının ehemmiyetine bir kez daha dikkatlerimizi celb ediyor. Neticede, o meşhur düşünsel deneydeki Schrödinger’in Kedisi’nin tecrübe ettiği gibi, muvakkaten dahi olsa, hayat insanlara aynı anda birbirinin zıttı iki şey olma şansını bahşetmiyor. Zirvedeyken yitirilen korkunç irtifayla bürünülen en paçozundan dalkavukluk karakteri ile aynı anda en erdemlisinden bir yazar ve entelektüel olabilme vasfını sürdürebilmek mümkün olamıyor.

Ömrünün ahirine gelmiş bir insan için, yıllar önce afili sözlerle çıktığı onarımcılık yolculuğunda nihayet vardığı menzilin ahlaksız bir yıkım müteahhidine adi bir taşeronluk olmasından daha hazin bir son olabilir mi? Allah, onca entelektüel birikimin ardından ahir ömründe hiç kimseyi yükseldik sanırken alçalacak kadar düşürmesin!.. Üstelik bu korkunç düşüşün İbn Haldun’un yüzlerce yıl öncesinden teşhis ettiği, “hükümran hesabını veremeyeceği davranışlarda bulunduğundan, halkından korkmaya başlar,” dediği bir zaman dilimine denk gelmesi son derece düşündürücüdür.

Gırtlağına kadar gömüldüğü yolsuzluk ve rüşvetin hesabını vermekten korktukları için özellikle son dört yıldır korkunç derecede despotlaşmak zorunda kalan Erdoğan ve avanelerinin mukadder akıbetleri konusunda da İbn Haldun’un söyleyecekleri var: “Bu durum hükümranı yalnızlığa iter. Yalnızlık ise onu daha da korkutur. (Zamanla) halktan güveneceği kimse kalmayan hükümran, yönetimi sağlamak için askere yönelir…”

BAKIN İBN HALDUN ZALİM YÖNETİMİN AKIBETİ HAKKINDA NE DİYOR?

İsabetli gözlemleri ve titiz değerlendirmeleriyle İbn Haldun yüzlerce yıl öncesinden bunun da işe yaramayacağını bildiriyor. İbn Haldun, bu analizini şu tespitlerine dayandırıyor:

“Devlet yönetiminin iyiliği, yönetimi elinde bulunduran kişilerin niceliklerine değil, niteliklerine bağlıdır. Buna göre halkın menfaatlerini kollayan, halkı adaletle yöneten yönetim ‘iyi’dir; halka korku salan ve onlara zulmeden yöneticilerin yönetimi ise ‘kötü’dür. Böyle bir durumdaki yönetim yıkılmaya mahkumdur… Yöneticilerin müsrifliğinin gerektirdiği masrafları devlet geliri karşılayamaz, harcamaları karşılamak amacıyla halkın vergi borcu arttırılır. Vergilerdeki bu artışlar halkın devlete olan güvenini sarsar. Bu durum birçok esnaf ve zanaatkârın iflasına yol açar. Vergi yükümlülerinin azalması nedeniyle vergilerde azalma görülür. Vergilerin azalması vergi oranlarının daha da arttırılmasını doğurur. Böylece bu süreç bir kısır döngü içerisinde devam eder. Sonuçta devlet ekonomik olarak zayıflar ve çöküşü kaçınılmazlaşır.”

Yani yıkıcılar sadece yapıcıları yıkmakla kalmaz kendi öz yıkımlarının altyapısını da kendi elleriyle oluştururlar. Onarımcıların rehabilite çabalarına savaş açtıklarından dolayı kendi akıbetleri kelimenin tam anlamıyla ibretlik olur. Bu ibretlik süreçler büyük acılara sebep olma pahasına yaşanıp sona erdikten sonra görev yine onarımcılara düşer.

MİLLETÇE MUHTAÇ OLDUĞUMUZ KARAKTER…

Bu tür durumlarda da “…her şeyden ziyade milletçe muhtaç olduğumuz karakter, şuur, idrak ve sorumluluğun harekete geçireceği, davranış ve faaliyetlerin de, en az bugün ve bugüne ait zaruretler kadar, plân ve projelerinde yarınları düşünen samimi, müteheyyiç fakat dengeli insan karakteridir. Gönlüyle varlığa açık, dimağı bilgi şuunuyla ma’mûr, her an kendini bir kere daha yenilemesini bilen, her zaman nizamın peşinde ve her lâhza ayrı bir tahribi tâmir eden düşünce ve ruh mîmârı karakter… O hep zaferden zafere koşacak ama; ülkeleri hârap edip, harâbelerde pâyitahtlar kurmak için değil; insânî duygu ve melekeleri harekete geçirmek ve bizleri, herkesi ve her şeyi kucaklayacak şekilde sevgi, alâka ve mürüvvetle güçlendirmek, yıkılmış yöreleri onarmak, ölü kesimlere hayat üflemek, varlığın damarlarında can olup-kan olup akmak ve hepimize var oluşun engin zevklerini duyurmak için…” (Yeni Ümit, Ocak-Mart 1995, Cilt 4, Sayı 27)

Çünkü, yıkım ve “İfsatta; fesada verme, telef etme, akdi bozma, insanları birbirine düşürme, nifak ve şikak çıkarma gibi mânâlar söz konusu olmasına mukabil ıslahta, fesada sebebiyet veren hâllerin ortadan kaldırılması bahis mevzuudur. Lügatlarda ıslah kelimesine, ‘onarma, fitneyi fesadı izale etme, nifak ve şikakı kaldırma, bozuk düzeni ıslah etme, deformasyona maruz kalmış bir şeyi yeniden şekillendirme, reforma tâbi tutup eski hâline irca etme’ gibi mânâlar verilmiştir. … (Bu da) toplumda, söz ve hareketleriyle fesat çıkaranlara karşı ‘Zinhar fesat çıkarmayın ve toplumu birbirine düşürmeyin,’ diyecek bir ıslahçılar grubunun bulunmasını gerektirmektedir. (Ancak) … hiçbir müfsit ‘Ben müfsidim’ demez prensibiyle ‘Biz ifsatçı değiliz,’ diyeceklerdir…”

“Esasen o zavallılar fıtrat-ı selimeleri bozulduğu ve olumsuz bir fıtrat-ı sâniye iktisap ettikleri için, salahı fesat, fesadı da salah zannetmekte ve lehlerinde olan bir şeyi aleyhlerinde, aleyhlerinde olanı da lehlerinde görmektedirler. Evet onlar, gülistanı hâristan (dikenlik), cehennemleri cennetler şeklinde görmektedirler. Bu itibarla da en tatlı, en leziz şeyler onlar için acı ve acı verici; en acı ve acı verici şeyler de aksine en mütelezziz şeyler hâlinde görünmektedir. İşte bu bir fıtrat bozulmasıdır, ne var ki onlar bunun farkında bile değillerdir. …Böyle bir münafık karakterin geniş dairede toplum hayatına hâkim olduğunu düşünün, öyle bir toplumda herc ü merc kaçınılmaz olacaktır…” (Bir İ’câz Hecelemesi)

BU ÜMİT BENİMLE OLDUĞU MÜDDETÇE BEŞ YÜZ SENE BEKLERİM

Bu Kur’ani tespitlerin müellifi Fethullah Gülen Hocaefendi, ıslahçılığın zaruretine olduğu kadar zorluğuna da dikkat çektiği bir yazısında ise şöyle demektedir: “Hikmete mazhariyetin bir neticesi olarak, ıslah… insana yapılan bir yatırımdır ve böyle bir yatırımın geriye dönmesi belki bir asır alır. Şayet, yapacağınız bir işi insana bağlı götürecekseniz, mesela özüne, asıl kimliğine, dinî ve millî kültür mirasına ve evrensel insanî değerlere bağlı bir nesil yetiştirmek istiyorsanız, gerekirse bir yüz seneyi nazar-ı itibara almalı, plan ve programlarınızı ona göre yapmalı, mukavemetinizi ve metafizik geriliminizi gözden geçirmeli ve hâlâ Süleyman Nazif gibi, ‘Bu ümit benimle olduğu müddetçe üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene beklerim!’ diyebilecek kadar kendinizi azimli ve kararlı hissediyorsanız, işte o zaman ilk adımı atmalısınız.”

Yıkıcı dinbaz yobazların, alçakça iftiralar eşliğinde vahşice yok etmeye çalıştığı Hizmet Hareketi’nin, Allah’ın izniyle, her şeye rağmen ayakta kalmayı başaracağına inandığımız insan sermayesinin asıl işi, çöküşü mukadder bu yozlaşma ve çürümüşlüğün geride bırakacağı devasa enkazla birlikte başlayacak. Enkazın kaldırılması ve toplumdaki derin yaraların onlarca yıl sürecek tedavisi için muazzam bir azim, sebat ve sabır gerekecek. Bugün zulmedenlerin, zulümler karşısında üç maymunu oynayıp dilsiz şeytanlığı karakter edinenlerin çocuklarının geleceği için, anneleri-babalarının zulümlerine karşı direnmekte ve ayakta kalmakta harcanan sabır sermayesinden geriye kalacak olan, o gün geldiğinde ihtiyaç duyulacak devasa onarım ameliyesi için umarım yeterli olur.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin