Bilici: Dünyanın belki o en güzel insanlarının hapishane veya sürgünlerde olması kanıma dokunuyor

Zaman Gazetesi’nin son Genel Yayın Yönetmeni, The Circle’ın sorularını cevapladı. İşte o röportajın tamamı:

Kendinizi tanıtır mısınız?

Kendimi tanıma gayretim sürüyor. Ama kısaca şöyle özetleyeyim:

İnsan, Müslüman, büyük oranda Türk, sürgün, demokrat, dindar, torun, oğul, eş, baba, kardeş, Nur talebesi, imam hatipli, hacı, Boğaziçi’li, gazeteci, okur, yazar, İstanbul’lu, Dadaş, doktora adayı, Fenerbahçe’li.

Yetiştiğimiz çevre?

Teşvikiye’de doğdum. Sultan Abdülhamid’in yaptırdığı Etfal hastanesinde. İlkokula İstanbul’da başladım. Babamın, bahçesi olan müstakil bir ev inşa edip yanında bir bakkal açarak yaşamaya karar verdiği ve bunun için Teşvikye’den ayrılıp yerleştiği Tuzla’da. Babamın İstanbul’un Anadolu’ya doğru en uç noktasındaki mütevazı şirin ev ve yanıbaşındaki işyerindeki asude planları, bitmeyen hastalıkları nedeniyle akim kaldı. Herkesin Anadolu’dan akın akın İstanbul’a göç ettiği 1970’lerin sonunda biz, annem, babam ve 3 kardeşimle beraber, eşyalarımızı da taşıyan, içinde bir keçinin de bulunduğu kamyonun sırtında, babamın ve annemin köyüne döndük.

Hayatımı yazsam roman olurdu gibi.

Evet, belki. Çağan Irmak ya da Mahsun Kırmızıgül duysa, belki film yapmayı bile düşünür. (Tabii şu an böyle bir şey yapmaya kalksalar anında f.tö’den hapsi boylarlar) Memlekete yerleştik. Tek odada kalıyoruz altı kişi. Amcamlar babaannemi de bize gönderince etti yedi. Bırakın evi mahallede bile su, çeşme yok, elektrik yok. Tuvalet evin eğey uzağında. Geceleri ve özellikle kışın gitmek yürek istiyor.

Babamın annemin çocukluğu burada geçtiği için onlar için nispeten normal olan köy hayatı, benim için taş devrine kurgusal bir seyahat gibiydi. O yaşta bu büyük şoku nasıl atlatmışım bilmiyorum. Üçüncü sınıfa, köydeki ilkokulda başladım. Derslerdeki seviyem doğal olarak köy seviyesinin ilerisindeydi ama İstanbul Türkçesi ile konuştuğum için her şekilde uzaylı gibi algılanıyordum. Tek odalı, suyu, elektriği olmayan evde, yaşıyorduk ama arkadaşlarım “sosyete, çikolata, muhallebi çocuğu” diye takılıyordu. Kulakları çınlasın, Bursalı Mehmet Yıldırım öğretmenimin de büyük desteğiyle ve zamanla yeni şartlara alıştım. Evin en büyük çocuğu olarak köy işlerini öğrendim hızla. Orak, tırpan biçmek, ot kaldırmak, at binmek, ata yük yüklemek, sabanla tarla sürmek, çobanlık yapmak… Ailece ilk işimiz, ayrı odaları olan bir ev yapmak oldu.

Bu arada babam, çok yakın bazı akrabaların ve komşuların tuhaf itirazlarıyla yılmayıp mahalleye su getirdi. Mesela bir akrabamız, su borularının tarlasından geçmesini istemiyordu. Böyle ‘sudan’ sebepler yüzünden babamla yaka paça kavga ettiklerini bile gördüm.

O günden beri bizim toplumumuzda kamu yararına iş yapmanın bile ne kadar zor olduğunu düşünür, bu şartlarda ideolojisi ne olursa olsun, taş üstüne taş koyan herkese başka bir saygı duyarım. Mesela Rahmetli Özal’ı sevmemin sebeplerinden biri de buydu. Onun sayesinde köyümüze elektrik ve onunla birlikte tv gelmişti 1986 yılında. Ülke için yapılan çalışmaları sempatik dille anlattığı İcraatın İçinden programlarını büyük ilgiyle izlerdim. Milyonlarca insanın Erdoğan’ın sevme nedeni de aslında temelde buydu. Yollar, hastaneler, köprüler, vb. Köyümüzdeki kronik su sorununa çözüm olarak onlarca yıldır konululan su bendi AK Parti döneminde yapıldı. Elbette bu icraatları kendisi için bir zenginleşme yoluna çevirmesini bile epey vatandaş, “Çalıyor ama çalışıyor” diyerek görmezden geldi.

İnsanlık için minicik ama mahallemiz için tarihi bir adımdı çeşme. Hergün yarım saatlik mesafeden su taşımaktan kurtulmuştuk. Köy ortamında hayatla en sıcak bağım, pille çalışan radyomuzdu. “Arkası Yarın” ve “Çocuk Bahçesi” programları benim romanım, sinemam, tiyatrom ve televizyonumdu. Hiç kaçırmamaya çalışırdım.

Öğretmenim başarılı bir öğrenci olduğumu, okumam ve kesinlikle köyde kalmamam gerektiğini söylüyordu. Babam zor geçim şartlarına rağmen bunun için her fedakarlığı yapmaya hazırdı. Gönlünden geçen, aile geleneğini devam ettirip müftü, vaiz gibi bir din adamı olmam yönündeydi. Bana da o günkü çocuk aklımla soğuk gelmiyordu bu fikir. Köyde yeni açılan ortaokula bir yıl gittikten sonra ertesi yıl

Erzurum’a gidip İmam Hatip’e bu amaçla başlamıştım. Böylece gurbet hayatım da ortaokulla birlikte başlamış oldu. İlk 2 sene, yakın akrabalarda kaldım. Sağolsunlar bana ana babalık yaptılar. Üzerimde ne çok emekleri vardır. Ama ne kadar iyi olsalar da hiç kimse, hele o yaşta anne babanın yerini tutabilir mi?Çok özlerdim onları. Çok ağladığımı hatırlarım. Ama bu zorlu tecrübe, küçük yaşta bana kendi işlerimi çekip çevirmeyi, sorumluluk bilincini öğretti. Köyümüz bir saatlik mesafeydi aslında ama gidip gelmek maliyetti.

‘Abiler’le o yıllarda tanıştım. Üçüncü sınıfta Risale-i Nur dershanesinde kaldım. Maddi gerekçelerle Lise de devlet parasız yurduna geçtim ve lise bitene kadar da orada kaldım. Yazları ailemin yanına gidiyor, köy işlerine yardımcı oluyordum. Liseyi birincilikle bitirip bölge birincisi olarak ‘kazaen’ Boğaziçi Üniversitesi’ne geldim. Aslında Ankara Siyasal veya Hukuk’ta okumak istiyordum. Kaymakam, vali olacaktım. Ama en yüksek puana göre sıralama yapınca Siyasal ve Hukuk’un üstündeki okula yerleştirilmiştim. Kazandığım üniversitede eğitimin İngilizce olduğunu öğrenince çok paniklemiştim. 2 yıl içinde dili geçemeyenlerin orada okuma hakkını kaybettiğini öğrenince panik, ciddi bir kaygıya dönüşmüştü. Çünkü lisede dilim Fransızca idi ve “How are you, what is your name” dışında İngilizce bilmiyordum.

Teşvikiye’den Tortum’un Köyü’ne, İstanbul’dan Erzurum’a, İmam Hatip’ten Boğaziçi’ne…

Genellikle kendimi iki uç tarafın ortasında bulmamın, hayat hikayemdeki bu gel gitlerle ilgisi olabileceğini düşünüyorum.

-Şu an İmam Hatipliler iktidarda. Erdoğan da sizin gibi bir İmam Hatipli ve bu okulların sayısı katlanarak artıyor.

İmam Hatip’te öğrenci iken farklı dini gruplar arasında rekabet ve sürtüşmeler vardı. Kendini yetiştirme, İslam’ı güzel ahlakıyla temsil ederek dünyaya açılma, bunun için dil öğrenme gibi bir vizyon olmadığı içindi bu kısır döngü. Dini ve dünyayı birlikte öğretme gibi bir amaçla kurulmuştu ama ikisini de doğru düzgün öğretme noktasında pek başarılı değildi. Okulların vizyon sorunu kadar, rejim tarafından hep öteki gibi görülmeleri, genelde hali vakti yerinde olmayan ailelere hitap etmeleri de bunda etkiliydi.

Bugün rejim fazlasıyla yanlarında ama üniversiteye giriş kriterlerine göre bakılırsa ortada yine bir başarı yok. Bugünkü Türkiye’nin küçük bir örneği gibiydi İmam Hatipler. Başarılı ve anlayışlı hocaların yanı sıra baskıcı olanlar da vardı. Bediüzzaman’a da, tasavvufa da, Osmanlı tecribesine de pek sıcak bakmazdı hakim zihniyet. Bazıları İran devriminin, bazıları Selefiliğin etkisi altındaydı. Osmanlı saraylarda lüks içinde yaşamış, İslama ihanet etmişti. Hakimler Allah’ın hükümleriyle hükmetmediği için kafirdi. Devlet tağuttu. Şimdi ülke büyük bir İmam Hatip oldu. Ama nasıl olduysa Osmanlı’yı dilden düşürmüyor aynı insanlar. Öyle devletçi oldular ki, demokratik muhalefeti, devlete şirk koşmak olarak görüyorlar. Sırf İmam Hatip’te okuduğu için dışlanmış, her fırsatta önü kesilmeye çalışılmış bir İmam Hatipli olarak bununla gurur duymayı çok isterdim. İmam Hatiplilerin iktidar olduğu ülkede yalan, hukuksuzluk, talan ve zulüm zirve yaptı. Yıllarca ötekileştirilmesine rağmen kendisine baskı yapanlar dahil herkesi hukuk ve demokrasi temelinde kucaklayan Hz. Muhammed(as) veya Mandela gibi olmk yerine aydınları, kadınları, bebekleri hapse tıkan, üniversitelerde 12 Eylülcülerin yaptığının 7 bin katı kıyım yaptılar her kesimden. Taciz ve tecavüzler zirve yapmış durumda. Tek partinin baskıcı laiklik zihniyetine karşı samimi olarak İmam Hatiplere destek vermiş samimi müminler için de utanç verici, yüz kızartıcı bir sonuç.

Üniversiteye gidince oradaki tüm dindarların tamamının zaten bir avuç kadar olduğunu hepimiz fark ettik. İmam Hatip ortamındaki fraksiyonlar arası gerilim, yerini uzun ve derin muhabbetlere bıraktı. En samimi olduğum arkadaşlardan biri, malesef şimdi oluşan yeşil renkli tek adam rejimine fikir üreten bir kurumun başında. Tek parti tecrübesi aleyhine o kadar birlikte atıp tuttuğumuz o arkadaşım, destekçisi olduğu rejimin, dünyada hapishanede en fazla gazeteci bulunduran bir ülke olmasını nasıl izah ediyor kendine, bundan mutlu mu çok merak ediyorum. Başörtülü hamile kadınların doğumhanelerde gözaltına alınmasına karar veren İmam Hatip mezunu savcılar, hakimler var şimdi. Perinçek ile el ele vermiş, başörtüsüne ve dindarlara en büyük destek vermiş Nazlı Ilıcak’ı, Ahmet Altan’ı hapse tıkıyor, 80 yaşındaki piri fani Anadolu insanlarına bile zulmetmekten geri durmuyorlar. Bir tanesi bile çıkıp, “Bu yaptığınız ayıptır, zulümdür, cinayettir” demedi henüz, diyemedi. Bunları yapanlar adına ben utanıyorum. Yıllarca ötekileştirildikten sonra nihayet elde ettikleri güç başı dönen bu insanlar, hipnoz etkisinden kurtulup vesile oldukları tahribatı ve şaşkakçılığını yaptıkları isimlerin gerçek yüzünü görünce kendilerinden utanacaklar belki. Çocuklarına anlatamayacaklar Reza Zarrab gibi ahlaksız bir rüşvetçiyi aklayıp, Kur’ana makara diyen Bağış’ı bağırlarına basıp, fikir adamı, tefsir yazarı Ali Bulaç’ı ve 16 bin masum kadını 600 bebekle hapse tıkma rezaletini. Bunun ne İmam Hatiplilik ile ne İslam ile ne insanlıkla ilgisi olmadığını anlayacaklar mutlaka birgün.

Muhafazakar aile yapınız, muhafazakar Erzurum çevresi, İmam Hatipli yıllar ve en son da Boğaziçi ortamıyla süregiden bir serencame… bütün bunların zihin dünyanıza etkilerini nasıl görüyorsunuz?

Akvaryumdan okyanusa atlamak gibi bir süreçti bu. Dünya tarihi de bizim tarihimizde oldukça nesnel bir şekilde anlatılıyordu. Resmi ideolojinin etkisi yok gibiydi okulda. Özgür bilim ortamınd, tabu olanlar dahil her şeyi konuşuyorduk derslerde. Benim yetiştiğim kültüre göre şekilsel saygı da ahlakın bir parçasıydı. Mesela hocanın yanında ayak üstüne atılmaz, söylediğine itiraz edilmezdi. Ama burada herkes rahat oturuyor, istediğini konuşuyordu. Şekle değil, fikre, kafaya bakılıyordu. Özellikle yabancı kolejlerden gelmiş öğrenciler ayak ayak üstüne atıyor, uzun oturuş vaziyetinde hocaları dinliyorlardı. Bana çok çok tuhaf gelen bu hali kimse yadırgamıyordu. Hocalar kendimizi ifade etmemiz ve fikirlerimizi özgüvenle savunmamız için özel gayret gösteriyordu. İlk derslerden birinde, bir konudaki fikrimi söyledim. Hocanın farklı bir şey söylemesi üzerine ben de yaklaşımımı yumuşatıp değiştirdim. Hoca, fikrimden hemen geri adım attığım için ikaz etti. Bizim için yeni bir yaklaşımdı. Ezbere değil, anlamaya, analiz yapmaya önem veriliyordu. Nilüfer Göle, Binnaz Toprak, Ersin Kalaycıoğlu, Ethem Elden, Murat Çizakça, Kemal Kirişçi gibi alanlarında söz sahibi hocalarımızdan çok şey öğrendik. Daha sonra bazılarıyla dost olup birlikte konferanlara, tv programlarına katılacaktık.

İmam Hatip ve Cemaat ikliminde öğrendiğimiz muhafazakar öğreti ve kabuller, üniversite ortamında ciddi bir meydan okumayla karşı karşıya kaldı. Bu durumu, Osmanlı aydınlarının Paris’e gidince Batı ile karşılaşmalarına benzetiyordum. O karşılaşmayı yaşayıp sağlıklı sentezlere varmış, İkbal ve Nurettin Topçu gibi isimler bu açıdan daha çok ilgimi çekmeye başladı. Kafamın çokça allak bullak olduğu, cevapsız sorularla başbaşa kaldığım oluyor, bu durum beni daha çok okumaya yönlendiriyordu. Hayatımızdaki herşeyin merkezinde yer alan “din” öğretilen analizlerde ya hiç yer almıyor, bahsedildiğinde de genelde olumsuz biçimde söz ediliyordu.

Aydınlanma ve pozitivist fikirler karşısında en büyük manevi ve entelektüel desteği, Hz. Bediüzzaman’ın eserlerinde buldum. Risale i Nurlar ve Fethullah Gülen Hocaefendi’nin dünya ve bilimle barışık yeni dinarlık yaklaşımından habersiz olsam, aile ve İmam Hatip muhafazakarlığı ya da taassubu ile bu meydan okuma karşısında zihnen ayakta kalmam çok zordu. Okul süresince 3-4 sene Ortaköy’deli öğrenci evinde kaldım. Okulumuz da, kaldığım ev de Boğaz’ın hemen yanındaydı. Genel Müdür olduğumda bile uzak olacağım büyük bir lükstü bu. Çalışmaya başladığımda, şehrin taşrası sayılan Yenibosna, Avcılar ve Başakşehir gibi mekanlarda yaşayacaktım. Şunu da ifade edeyim, Boğaziçi’nden Yenibosna’ya gitmek de belki bir özveriydi ama Kenya, Yemen veya Sibirya’ya giden arkadaşlarıma kıyasla çok küçük bir fedakarlıktı.

Öğrenci evinde kaldık dediniz oradaki hayatı anlatsanız biraz?

Öğrencilik döneminde yaz kış, hafta içi hafta sonu Hizmet’le ilgili meşguliyetlerimiz vardı. Bir numaralı vazife, öğrencilerle ilgilenmek, derslerine destek vermek, dinimizi sevdirmeye çalışmaktı. Mevsimlik işler de vardı, mesela bayramda kurban derisi toplamak veya Zaman abone kampanyasına destek olmak gibi. Bu işlerden büyük manevi haz duyar, hiç yüksünmezdik. Yaşatımız gençlerin boş zamanlarını dolduran şeylere vakit kalmazdı. Anadolu’dan üniversiteye gelmiş olan başka arkadaşlar, okulun son günü valizleriyle gelir, oradan terminale geçip memleketlerine giderdi. Ben tatillerde en çok 1-2 haftalığına ailemin yanına gidebilirdim.

 Gazeteciliğe nasıl başladınız?

Zaman’ın Washington temsilcisi olan Ali Aslan bizim üniversiteden gazeteye giden ilk ağabeyimizdi. Üniversitenin son yılında, Erhan Başyurt, Bülent Keneş, Abdullah Bozkurt, Selçuk Gültaşlı gibi yakın dönemde aynı bölümde okuyan arkadaşlarla, Zaman Araştırma Grubu adında amatör bir gazetecilik ekibi oluşturmuştuk.

Araştırmalar yapıyor, ilgimizi çeken konularda biraz derinlikli haberler, yazı dizileri hazırlıyorduk. Bu minik adım, o gruba katılan herkesin hayatını, kariyerini şekillendirdi. Mezun olunca gazetede muhabir olarak başladım. Genç bir muhabir olarak mesleğe başladığımda, Erdoğan da İstanbul belediye başkanlığına aday olup siyasi kariyeri için çok önemli adım atmıştı. Propaganda konuşmalarını izlediğim o genç siyasetçinin birgün gelip başbakan olacağı ve özel uçağında birlikte seyahatler edeceğimizi, yine bir gün gelip yönettiğim medya kurumlarını elimden alıp beni sokağa atacağını tahmin etmem elbette mümkün değildi.

 Şu anda neredesiniz? Neler yapıyorsunuz?

4 Mart 2016’da Zaman medya grubuna el konulduktan sonra Türkiye’de hareket özgürlüğüm kalmadığını anlamam zor olmadı. Sürekli peşimde tuhaf tipler vardı. Konuşmalarım dinleniyordu, bunu hissediyordum. Tehditler daha da artmıştı. Sokakta, evimde, markette hatta mahalle camisinde bile artık güvende olmadığımı hissediyordum. Herşeye rağmen kalmak taraftarıydım ama sevdiğim insanlar yurtdışına çıkmam için çok ısrar etti. O gün itibariyle pasaportumda sınırlama olup olmadığını bilmiyordum. Artık beni düşman görenlerden bunu öğrenme imkanı da yoktu.

Bir geceyarısı risk alıp havaalanında deneyerek öğrenme dışında yol yoktu. Çıkışıma izin verilmeyebilirdi veya orada gözaltına alınabilirdim. Ama o günlerde Türkiye’nin en önemli gazetelerinden birine el koyup susturmuş olmak, onları yeterince tatmin etmiş görünüyordu. Zaten tüm dünyadan büyük tepki gelmişti bu vandallığa. Belki bir de o gazetenin yayın yönetmenini hapse atmanın o gün için biraz fazla olacağını düşünmüş olabilirler. 2013’ten beri baskı ve sindirme politikasına karşı direnmeye çalışıyor olsak da 15 Temmuz öncesiydi ve hala işlerin düzeleceğine dair umut vardı. Madem hedefteyim ve Türkiye’de birşey yapmama kolay kolay izin vermeyeceklerdi. Avrupa’ya geçip medya çalışmalarına yardımcı olurum diye düşündüm. Ama vize sorunları nedeniyle bu mümkün olmadı. Ben Avrupa’ya geçtim ama eşim ve çocuklarımın sadece eskiden kalma ABD vizeleri olduğu için onlar Avrupa’ya gelemediler. Bu yüzden hep beraber ABD’de buluştuk.

Şu an ailenin geçimini sağlamak için tercüme işleri ve Uber, yani postmodern taksicilik yapıyorum. 1980 darbesinden sonra Almanya’da sürgün yaşarken taksicilik yapan gazeteci Aydın Engin’in kulakları çınlasın. Ayrıca fırsat buldukça üniversitelerde, sivil toplum örgütlerinin toplantılarında konferanslar verip Türkiye’de yaşadıklarımı, onbinlerce insanın maruz kaldığı mağduriyetleri, medya özgürlüğünün önemini, bir ülkenin kısa sayılacak bir sürede demokrasiyi kaybediş hikayesini anlatıyorum. Talep olursa uluslararası medyaya röportajlar veriyorum. Sürgündeki gazetecilerin kurduğu haber siteleri ve uluslararası medya için bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Sürgündeki meslektaşlarla biraraya gelip dertleşiyoruz. Türkiye’deki mağdurlara yardım için diasporadaki dostlarla projeler üretmeye çalışıyoruz.

 Kitaplarla aranız nasıl bu aralar?

Kafamı toparlayabildiğim kadarıyla eskiden okumak için vakit bulamadığım kitapları okumaya çalışıyorum. Mesela Mandela’nın otobiyografisini okudum. Long Walk to Freedom(Özgürlüğe Uzun Yolculuk) “Bir insan 27 yıl hapiste kalıp da ideallerini nasıl korur?” sorusunun cevabını merak ediyordum. Kitapta bunun cevabını bir yiğit bir özgürlük kahramanının dilinden öğreniyorsunuz.

5-6 yıl öncesine kadar yükselen Türkiye’nin şimdi niye hızla dibe doğru gittiği sorusuna bilimsel bir cevap ararken, Daron Acemoğlu’nun “Why Nations Fail?” (Ülkeler niye başarısız olur?) kitabını okudum. Müthiş bir çalışma. Güneşi, toprağı, suyu, zengin insan potansiyeli olmasına rağmen fakirlik ve her türlü perişanlıkla boğuşan ülkelerde ders kitabı olarak okutulması ve ahlakını yitirmemiş yöneticiler tarafından anlaşılması gereken bir kitap. Yazarı’nın, ülkemizdeki Ermeni toplumuna mensup olması ve iktisat alanında Nobel’e aday gösterilmesi de gurur verici.

Ayrıca, seçilmiş başkanın diktatöre dönüşmesine izin vermeyecek bir anayasayı, bundan 250 yıl önce yazan ve göreve devam etmesini istemelerine rağmen kötü örnek olmamak için bunu reddeden George Washington ve ABD’nin diğer kurucu isimlerini (Founding Fathers) okuyorum. Elimdeki son kitap da sadece bir liderin değil, çoğunluğun da tirana dönüşebileceğine yine iki yüzyıl önce dikkat çeken ve insanlık için özgürlüğün önemini savunan John Stuart Mill’in, Özgürlük Üzerine, kitabı. Bunları okurken sadece Türkiye’nin değil, bir zamanlar muhteşem medeniyetler kuran ama şimdi perişan haldeki İslam dünyasının nerede kaybettiği ve çıkış yolunun nasıl olacağı sorularının da cevabını arıyorum.

 Gelelim Hizmet’le tanışmanıza?

Erzurum İmam Hatip’te okurken Hizmet’le tanıştım. Hizmetle irtibatlı bir öğretmenim vesile olmuştu. Küçük yaşta oldukça hızlı bir tanışma oldu, ortaokul üçüncü sınıfta dersanede (Işık ev) kaldım. Zaten dindar bir ailenin çocuğu olduğum için uyum sağlamam kolay oldu. Babam her sabah namazdan sonra uzunca sesli tesbih çeker, daha sonra Muhammed Bahauddin Şah-ı Nakşibendi Hazretleri’ne ait olduğunu öğreneceğim duaları ve Yasin, Mülk gibi sureleri okumayı ihmal etmezdi. Mezar taşıyla iftihar olmaz ama hainlikten teröristliğe her türlü alçakça suçlamaya maruz kaldığımız için ailemden biraz bahsetmek isterim. Bu, hem kökenim hem de Hizmet’in hayatımdaki rolü bağlamında fikir verir.

Erzurum’da, özellikle de ilçemiz Tortum’da bilinen bir aileye mensubum. Dedem Hacı Yunus Efendi, tek parti döneminin baskılarına maruz kalmış ama yılmayıp birçok değerli talebe ve 300’den fazla hafız yetiştirmiş bir maneviyat büyüğü. Erzurum müftülüğü yapmış, Mehmet Kırkıncı ve Fethullah Gülen Hocaefendi’lere ders vermiş, ciddi fıkıh alimlerinden Osman Bektaş’ın hocası. Son devrin nadir gönül sultanlarından Alvarlı Efe’den feyz almış. İstanbul’da uzun yıllar ilim tahsil etmiş Vıhikli Ahmet Efendi’nin talebesi. Tortum’a bağlı Serdarlı mahallesine, eski adıyla Yukarı Katıklı Köyü’ne yolu düşenler, şirin camimizin bir köşesinde dedemin türbesini görürler. Anne tarafından da baba tarafından da dedelerimin kisi de hafızdı. Uzun yıllar köyün hocalığını yapmış, başındaki Ahmediye sarığını hiç çıkarmamış, beyaz uzun sakalıyla hatırladığım oldukça dindar bir insandı dedem. Bu yüzden ailemize ‘İmamgil’ler deniyordu. Yani imamlıkla cemaatte tanışmadım! Kimseyle dindarlık yarıştırmaya veya öyleymiş gibi görünmeye ihtiyaç duymayan, öz be öz Anadolu topraklarının çocuğuyum. Bazıları gibi, birkaç yılda bir şecere değiştirmeye ihtiyaç duymayacak kadar aslımız neslimiz bellidir. Aileden gelen bu geleneğin dindarlık boyutu oldukça güçlüydü ama bilimle, dünyayla ve yeniliklerle ilişkisi hayli tutucuydu. Batılılaşmaya tepki olarak, çocuklarını zorunlu olan ilkokulun ötesinde okutmamışlardı. Çoğu onu bile dışarıdan birirmişti. Mesela babamın bir amcasından, Allah’ın Nuru olan Ay’a gidilemeyeceğini duymuştum. Radyo gibi yeniliklere de sıcak bakmazlarmış. Ama aynı insanların, “Onlar’da Allahı tesbih ediyor” diyerek 80 yaşında elindeki kovayla ağaçlara su taşıdığını da gördüm. Galiba aileden üniversite mezunu olan ilk kişi bendim.

Hizmet’te gördüğüm dindarlık; dünya, teknolojik yenilikler ve bilimle barışık yeni bir dindarlıktı. Çocuk yaşta okumaya başladığım Bediüzzaman’ın Risaleleri ve Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yaklaşımında son 3-5 asırda İslam dünyasına ve aslında tüm dünyaya hayli ağır bedeller ödeten din-bilim çatışmasının izi yoktu. Onlara göre Kimya, Biyoloji, Fizik gibi bilimler Allah’ı anlatıyordu. Hocaefendi’nin, “konferanslarında” termodinamikten bahsettiğini duyuyorduk. Başlarda Cemaat’in tek yayın organı olan Sızıntı Dergisi, din ile bilime aynı ölçüde yer veriyordu.

İmam Hatipli olduğum için ortaokulda kaldığım Hizmet Evi’ndeki abilerimiz de kimi İstanbul’dan kimi Kayseri’den kimi Manisa’dan, kimi Ankara’dan İlahiyat okumak için Erzurum’a gelmiş öğrencilerdi. Geceleri teheccüde kalkıyor, namazlardan sonra uzun uzun tesbihat yapıyor, pazartesi perşembe günleri oruç tutuyorduk. Bu arada ufak ufak çay yapmayı, yemek pişirmeyi, bulaşık yıkamayı, misafirlere servis yapmayı öğreniyorduk. Okuldan arkadaşları da haftasonları evimize için davet ediyor, onları Hizmete kazandırmaya çalışıyorduk. Risale-i Nurları bolca okuyor, o yıllarda 12 Eylül darbecileri tarafından aranan Fethullah Gülen Hocaefendi’nin darbe öncesi çeşitli Ege camilerinde gözyaşlarıyla yaptığı heyecan dolu vaaz kasetlerini dinliyorduk. Cemaat ve Abiler de dindardı ama onlar üniversiteli, şehirli dindarlardı. Daha sonra akademisyen olacak bir abimiz, ülkücü kökenliydi. Nurettin Topçu, Erol Güngör, Samiha Ayverdi, Nevzat Köseoğlu, Orhan Akay gibi önemli isimlerin eserleyle tanışmama o vesile olmuştu. Şimdilerde feci şekilde çoraklaşmış olan milliyetçi çizginin galiba en rafine temsilcileriydi onlar. Daha sonra tasavvuf alanında profesör olacak bir başka abimiz, Arapça güzel yazı sanatı olan hüsn-ü hat’a meraklıydı. Onun da teşvikiyle bir ara hüsn-ü hat çalışmıştım. Musikiye ilgi duyan bir başkasıyla ilahi grubu oluşturmuştuk. 1970’lerin sağ-sol cereyanlarına kapılmış birçoklarının tecrübelerini, görüşlerini öğrenme imkanınız vardı. Kaldığımız evde tıp, mühendislik, edebiyat gibi farklı alanlarda okuyan öğrenciler de vardı. O şartlarda her açıdan bulunmaz bir zenginlikti bu. Derslerle ilgili bir sorun veya ödev olsa yardımcı oluyorlardı. Sadece bize değil, apartmandan ve mahalleden çocukların da gönüllü belletmenleriydi onlar.

Kamuoyunda Cemaat veya Hizmet bilinmiyordu pek. Cumhuriyet gazetesinin aleyhte yayınlarını hatırlıyorum, Ege’de yaz kampı yapan öğrencilerle ilgili. “Silah eğitimi alıyorlardı… şaka şaka ne silahı”. Gençlerin kitap okuyup ibadet ettikleri öğrenci kamplarıydı bunlar. Ama o zamanki çok “demokrat” medyamız, Bekaa vadisindeki terör kampları gibi jurnalciliği ihmal etmezdi. Cemaat o zaman yaygın olarak Nurcular diye biliniyordu. Daha sonra başbakanlarla, cumhurbaşkanlarıyla muhatap olacak, Türkiye’nin değişmez gündemlerinden biri olacak, dünyaya açılacak cemaatin o günlerde devletle ilişki düzeyini anlatan bir hatırayı asla unutamıyorum. İzmir merkezli, Akyazılı Vakfı’nın genel sekteteri olan İlhan İşbilen, (Şu an sudan sebeplerle hapiste olan onbinlerce Hizmet mensubundan biri. Zulme uğramış bir milletvekili. Allah hepsinin ecirlerini katlandırsın, bir an önce özgürlüklerine ve ailelerine kavuştursun) o dönemde cemaatte dışa açık en önemli isimdi belki. Beyaz bir Mercedes’i vardı, çok titizdi, bekardı, şık giyinirdi. Bir gün

İlhan Bey’in Erzurum valisini ziyaret ederek çikolata hediye edip eğitim çalışmalarından bahsettiğini duymuştuk. Cemaatin 1980’lerdeki ufkunda bu devrim gibi bir adımdı. Sonra Aziziye Koleji açıldı, ona dershaneler, öğrenci yurtları eklendi. Devlet’le temaslar rutinleşti. Şu an hukuksuzca el konulan ve birçok başarılı öğrenci yetiştirmiş o eğitim binalarının hepsinin tek tek ne güzel hikayeleri vardır. Ne kadar ter, emek ve gözyaşı dökülmüştür, şimdi haramilerin gasp ettiği o kurumlara.

Aziziye Koleji inşa edilirken hafta sonları inşaatında çalışırdık. Kurban bayramı gelince hem evlerin hem o eğitim kurumlarının ihtiyacı için büyük küçük demeden hepimiz deri toplamaya koyulurduk. Çocuklarıyla bayram yapmak yerine, ihtiyaç sahibi çocuklar için burs olacak deri toplama işine gelen esnaf abilerin hasbiliği, benim için en değerli insanlık, örnek Müslümanlık ve fedakarlık eğitimiydi. Taze derilerden akan kanlar, benzinini ceplerinden koydukları arabalarını kirletirdi ama onlar en küçük rahatsızlık göstermek şöyle dursun bu işin her anını ulvi bir neşveyle yaşarlardı. Dünyanın belki o en güzel insanlarının şimdi hapishane veya sürgünlerde olması kanıma dokunuyor. Hem devlet hem toplum adına çok büyük bir nankörlük bu. Her biri veli ruhu taşıyan bu samimi insanların alın teriyle kazandığı mallarının ve bağışlarıyla inşa ettikleri Hizmet kurumlarının zayi olacağına asla ihtimal vermiyorum. Onları gasp edenlerin de hem dünya hem ahirette yüzleri gülmeyecek.

 Hizmet’i nasıl tanımlarsınız?

Hizmet, din, dil, renk ayrımı yapmadan, eğitim, diyalog ve insani yardım yoluyla insanlara katkıda bulunmayı Allah’ı hoşnut etmenin ve İslamı günümüze uygun şekilde yaşayarak temsil etmenin yolu olarak gören, inanç temelli bir gönüllüler hareketi. 20 yıl önce bir cemaatti ama artık hareket. İsveçli sosyolog Elisabeth Özdalga, Hizmet’i, “dünyalı zühd” (worldly ascetism) hareketi olarak tanımlamıştı. Hizmeti anlamak için o makaleyi hala geçerli ve değerli buluyorum. https://fgulen.com/en/press/review/25008-worldly-asceticism-in-islamic-casting-fethullah-gulens-inspired-piety-and-activism

Bediüzzaman’ın temel sorun olarak saptadığı, cehalet, fakirlik ve ihtilafa karşı eğitim, diyalog, insani yardım yoluyla mücadele hareketi olarak da tanımlanabilir. Doğası gereği sosyal hareketler, ilişki biçimleri, organizasyon yapısı, hareket tarzı bakımından kurumlardan farklıdır. Mesela Zaman gazetesi bir kurumdur. Çalışanları kayıtlıdır. Sahibi, yöneticisi, bütçesi, vergisi herşeyi açık ve şeffaftır. Veya “Kimse Yok Mu”, bir yardımlaşma ve hayır kurumudur. Yöneticisi, üyesi, geliri, gideri, Türkiye ve dünyada dağıttığı yardımlar, açtığı hastaneler, yetimhaneler bellidir. Türkiye’de devletin ve aktif olduğu yerlerdeki devletlerin yasalarına göre hareket eder, onların denetimine açıktır. Veya Washington’daki Rumi Forum’u ele alın. Bulunduğu ülkenin yasalarına göre kurulmuş, o çerçevede bütçesi, yönetimi, denetimi ve faaliyetleri olan bir kurum. Bu örnekleri üniversiteler, okullar, yurtlar ve derneklerle çoğaltabilirsiniz.

Hizmet bir bakıma böyle kurumlara ilham kaynağı olmuş insani, ahlaki, dini ve felsefi değerlerin tümüne deniyor. Ama bütün olarak hareketin bir kurum gibi olması kolay değil, belki mümkün de değil. Ya da mümkünse buna kafa yormak gerekir. Hareket yine doğası gereği durağan, donuk ve sabit değil, sürekli değişen, değişken, gelişen ve öğrenen bir yapıdır. Avustralya’da doğup büyümüş bir Hizmet insanı ile Konya’daki ortak Hizmet ruhunu taşır ama bunların aynı tipte insan olması beklenemez. Bugünkü Hizmet artık 1970’lerdeki Cemaat değildir. 1980‘lerdeki hali ile 1990’lar ve 2000’ler de birbirinden çok farklıdır. Hocaefendi de Hizmet Hareketi de Hizmete gönül vermiş bireyler de zamanla değişim geçirmiştir. Örneğin, cemaatin bailangıçta müziğe nasıl mesafeli yaklaştığını, sonra kulağı çınlasın Reşit Muhtar’ın küçük adımlarıyla ısınıp, ardından Cem Karaca gibi isimlerle nasıl samimi dostluklar kurulduğunu ve Türkçe Olimpiyatları’nda Fatih Kısaparmak’tan Muazzez Ersoy ve Ajda Pekkan’a kadar sergilenen açılımı yaşayarak gördüm. Son 4-5 yıldır yaşanan bu sıkıntılı dönemin de çok önemli değişimlere yol açacağı kesin. Hizmet mensuplarının şimdiden Türkiye ve dünyanın tüm mağdurları ile daha güçlü empati kurmaya başladığı görüyorum. Demokrasi, adalet, insan hakları, medya özgürlüğü gibi değerlerin ne kadar önemli olduğunu daha daha iyi anlıyor, din ile siyasetin yan yana geldiğinde nelere yol açabildiğini yaşayarak öğreniyorlar. Sonuçta tüm bu tecrübe, hem Türkiye hem dünya için büyük kazanım olacak. Az değil, birkaç yüzbin insan bu ağır eğitimden geçiyor şu an.

Elbette Hizmet’e özgünlüğünü kazandıran ve değişmeyecek özellikleri de var. Mesela asla şiddete bulaşmamak. Kur’an ve Sünnete bağlılık. Beyin yapıcısı ve paradigma olarak geçen asrın en büyük fikir çilekeşlerinden ve katıksız dava adamlarından Bediüzzaman’a duyulan saygı. Tüm hayatını inandığı değerler için feda etmiş Hocaefendi’ye duyulan sevgi ve bağlılık. Adanmışlık ve fedakarlık duygusu. İçecek olarak çay belki özellikle Batı’da kahveye evrilir ama yemek olarak maklube popülaritesini korur sanırım.

Ayrıca Hizmet hareketinde hayatın her alanından, her sosyo-ekonomik gruptan ve her meslekten insanlar var. İlahiyattan biyolojiye, tıptan mühendisliğe, eğitimden medyaya farklı alanlarda yetişmiş isimler var. Üstelik Hizmet, artık sadece Türkiye halklarından ibaret değil. Endonezya’ya gittiğimde oradaki Hizmet okulunda Kırgız öğretmenlerle karşılaşmıştım. Kırgızistan’daki okullarda okumuş, Hizmet Gönüllüsü olmuşlar. Moğolistan’da okuyup Güney Afrika’da farklı dinlerden siyah beyaz öğrencilerin birlikte eğitim gördüğü Hizmet okulunda görev yaparken vefat etmiş Galimbek Öğretmenler var. Türkmenistan’da öğretmenlik yapan Diyarbakırlı Kürtler gördüm. Enes Kanter gibi NBA yıldızları, Hakan Şükür gibi Türk futbolunun kralları var Hizmet’te. Akın İpek gibi yiğit işadamları olduğu gibi, lahmacun satarak yurt yaptıran Fethi Abi gibi kahramanlar da var. Tarihte de önemli manevi büyükler yetiştirmiş Erzurum’dan yola çıkmış dava adamından ilhamını alan sosyal ve tarihi bir fenomen bu. Hizmet hareketinin temsil ettiği bu zenginlik ve dinamizmine işlek beyinler tarafından yeterince kafa yorulmadığını, bu göz kanaştırıcı zenginliğin henüz anlatılmadığını, Hizmet içindeki insanların bile üzerinde oturdukları hazinenin yeterince farkında olduklarını düşünüyorum. Hele Türk akademik dünyasının, pekçok konuda olduğu gibi bu konuda da doğru düzgün bir çalışması yok. Sağı ve soluyla Türkiye aydınları, Hizmet’in iyi günlerinde de Moğolistan’lı bir insanı Afrika’da Hizmet gönüllüsü yapan gücün ne olduğuna dair hiç kafa yormadılar maalesef. Son 4-5 yıldır ise zaten akıl da muhakeme de vicdan da bitti. Sadece şeytanlaştırma ve kara propaganda var.

 Hizmet medyasında üst düzey yöneticilikler yaptınız. Nasıl bir deneyimdi bu sizin için?

Mesleğe başlamam aile çevresinde büyük hayal kırıklığına yol açtı. Anadolu insanın gazetecilikle ilgili hiç pozitif değildir. Medyanın genel olarak Rejim’de üstlendiği rol düşünülürse bunda pek de haksız sayılmaz. Türk filmlerinde de gazeteci, şipşak iki flaş patlatıp kenara çekiliveren önemsiz biridir. Üniversiteye uğurlarken kaymakam, vali falan olarak döneceğimi düşünmüşlerdi. Kendi yakınlarından böyle tebrikler almışlardı. ‘Kamu Yönetimi’ idi okulun Türkçe karşılığı. Aslında Ankara Siyasal veya Hukuka gitmekti arzum ama en yüksek puan sıralaması yapınca kazaen Boğaziçi’ne girmiş oldum. En havalı okulu bitirip zar zor ayakta duran, o günlerde pek ulusal bir tanınırlığı olmayan gazetede çalışmaya başlayınca epey hayal kırıklığı yaşadılar. Muhabir olarak belediye haberleriyle işe başladığımda da karşılaştığım her meslektaş “Kafayı mı yedin? Ne işin var bu meslekte?” diye özetlenecek muamele yapıyordu. Belediye otobüsüyle haberlere gidiyorduk. Maaşlar, imkanlar sınırlıydı.

Üstelik geleneksel medya mahallesi bizi mahalleden saymıyor, tepeden bakıyordu. İkitelli’deki plazalara taşındıkları dönemdi. Her yönden bu olumsuz tablo karşısında bize moral desteği vermek, gazetenin o zamanki tepe yöneticileri Naci Tosun, Abdullah Aymaz gibi ağabeylere kalıyordu. Mesleğin önemini, sabretmemiz gerektiğini söylüyorlar, yakından ilgileniyorlardı. Cihan Haber Ajansı ve Zaman Haber Merkezleri’nde muhabir olarak başladım. Sonra her iki kurumda da Genel Müdürlük, Genel Yayın Yönetmenliği görevleri üstlendim. Kendi mutfağında yetiştirdiği bir gazeteciyi, mesleğin belli aşamalarından geçirdikten sonra, en yüksek sorumluluk konumuna getirmiş olmak bu kurumların başarısıdır. Yaklaşık yedi yıl da Aksiyon Dergisi’nde çalıştım. Bu kurumlara ne kadar katkım oldu bilmiyorum ama her biri bana çok şey öğretti. Muhabirinden dağıtıcısına her biri altın gibi arkadaşlarla beraber büyük bir aile gibiydik.

Cihan Haber Ajansı, kurum olarak benim için en büyük sınavdı. Mali durumu, binası, çalışanlarının motivasyonu çok olumsuz bir noktadayken orada göreve başladım. Bir dostum, “Vali oldun ama Hakkari’ye” diye takılmıştı. Edindiğim en büyük ders, birlikte çalıştığın insanları ayrım yapmadan samimi olarak sevip kulak verince herbiri arslan parçasına dönüşüyor. Bunu bizzat yaşadım. Medya kurumlarımıza her zaman dışarıdan çok önyargılı bir bakış hep vardı. Çoktan rahmetli olmuş önemli bir meslektaşımız, “Benim tanımadığım adam gazeteci değildir” diyecek kadar ileri gitmişti. Çünkü biz o mahalleden değildik, Erzurum’dan, Yozgat’tan, Malatya’dan Anadolu çocuklarıydık. Çoğumuzun babası, ya çiftçi ya küçük esnaftı. Belki hiçbirimizin annesi babası üniversite mezunu değildi. Hizmetin fedakarlığı ve ufkuydu bu medya kurumlarını meydana getiren ve bizim gibi Anadolu çocuklarına gazetecilik yolunu açan. Son dönemde hep güçle anıldı Hizmet kurumları ama aslında onlar uzunca yıllar her düzeyde ayrımcılık, dışlanma ve üstten bakışla mücadele etmek zorunda kalmıştı. En çok kanıma dokunan olaylardan biri, değerli bir muhabirimize dağ başında akreditasyon uygulayıp orada bırakmalarıydı. Ağır bir yazıyla tepki gösterdim, İlker Bağbuğ açıklama yapmak zorunda kaldı. Ama çıkıp bu insanlık dışı tutum için delikanlı gibi özür dilemek yerine arkadaşa dava açtılar. Tabii sonra kurumlarımızı kapatıp arkadaşlarımızı hapse tıkan Erdoğan’ın yanında 28 Şubatçılar falan çok kibar kaldı. Malum 28 Şubat’çılar o dönem kendilerine muhalefet eden hiçbir medyayı kapatmadı. Sadece Genelkurmay’ın basın toplantılarından dışladılar. Şimdi düşünüyorum da dinci muktedirlere göre ne kadar medeniymişler. Dıştan bize bakış ne olursa olsun, çalıştığım kurumlarda Türk medyasını değil, hep dünyadaki saygın medya kurumlarını örnek almaya, onların tecrübelerinden yararlanmaya odaklandık. Aksiyon’da iken Time, Newsweek, Economist’e bakardık ilham kaynağı olarak. Cihan’da da Reuters, AP, AFP idi örnek alınacak kurumlar. Cihan’da göreve başladığımda her üç ajansı da genel merkezlerine gidip bizzat inceledim. Zaman’da da New York Times, Guardian gibi gazeteleri ölçü alıyorduk kendimize. Onlara ne kadar yaklaşabildik tartışılır ama hedefimiz buydu. Hiçbir zaman “Hazır bizi destekleyen Cemaat ve büyük okur kitlesi var, çabaya gerek yok” modunda olmadık. Sonucunu da aldık bu anlayışın bir bakıma: Mesela Cihan Haber Ajansı, NTV ve Haber Türk’ten Evrensel, Sabah, Milli Gazete’ye her çizgiden medya kurumunun güvenip abone olduğu bir haber kaynağı oldu. Seçim sonuçlarını tüm medya, mutlak güvenle ve en küçük şüphe duymadan bizden alıp yayınladı. AFP ve dünyanın önemli ajanslarıyla haber paylaşımı anlaşmalarımız vardı. Bu arada medya kurumlarınmızın itibarı artıp ülkenin tepe yöneticileriyle bizi aynı karelerde görmeye başlayınca yakınlarımızın bakışı değişti. En azından benim hayatımda böyle oldu. Tam bana kayıp bir vakıa olarak bakmayı bırakmışlardı ki, bu kez herşeyi kaybediverdik. Üstelik bir de terörist damgası yedik. Tiyatronun bundan sonraki perdelerinin nasıl olacağını doğrusu ben de merak ediyorum.

 Hizmet medyası da zaman zaman eleştirilerden nasibini alıyor. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?

Bir seneden fazla oldu. Artı Gerçek’e verdiğim ropörtajda, medya olarak doğru yanlış muhasebemizi detaylıca anlatmıştım. Konuya ilgi duyanların o röportajı dikkatlice okunmasını öneririm. http://www.tr724.com/bilici-turkiye-dunyadaki-butun-demokrat-kesimlerle-beraber-biz-de-yanildik/

Yanlışlarla ilgili hiç konuşmadığımızı, özeleştiri yapmadığımızı söyleyenlerin özellikle okumasını isterim.

Az önce kendimize örnek olarak çok çok hastalıklı Türkiye medyasını değil, saygın dünya medyasını örnek alıyorduk demiştim.Şahsi kanaatim, bu hedeften uzaklaştığımız oranda hata yaptık, Türkiye medyasına benzedik. Oysa mesleği ve ilkelerini korumanın, hangi hedef olursa olsun onun için araçsallaşmaktan doğru olduğunu unutmamalıydık. Hizmet için de böylesi çok daha değerli ve hatta gurur kaynağı olurdu.Bu bağlamda elbette yanlışlarımız oldu, iktidara taraftarlıkta da karşıtlıkta da gazetecilik mesafesini koruyamadık. Haklı olarak karanlık yapılarla hesaplaşmaya çok önem verişimiz ve tüm demokratların da desteklediği Ergenekon-Balyoz davalarına gazeteciliğin gerektirdiği soğukkanlılıkla yaklaşamadık. Gazeteci arkadaşlarımız hapsedildiğinde buna itiraz etmedik. Kendi içimizde varolan çok sesliliği, gazete sütunlarına yansıtamadık. Gezi sürecinde ve Kürt Sorunu’nda Cemaat’in evrensel çizgisini koruyamadık, hatta Fethullah Gülen Hocaefendi’nin de gerisinde milliyetçi bir tutum takındık. Ama Cemaat çizgisindeki medyayı eleştirenlerin de şunları kabul etmesi gerekir: Mesleğe çok büyük yatırım yaptık. Türkiye’nin her yerinde ve dünyanın birçok başkentinde muhabirlerimiz vardı. Spordan kültüre, ekonomiden dış politikaya, uzmanlık isteyen bu alanların hakkını vermeye çalıştık. Washington, Brüksel, Moskova, Kahire, Londra, Pekin, Paris ve pekçok başkentteki muhabirlerimiz Türk medyasının en iyileriydi. Bırakın kaliteli gazeteciyi, bu başkentlerin çoğunda medyanın çoğunun muhabiri bile yoktu. Dünya çapında tasarım çalışmalarının ve ulusal/uluslararası meslek örgütlerinin aktif parçası olduk. Binlerce gazetecinin yetiştiği okul gibiydik. Hilmi Yavuz’dan Şahin Alpay’a, Ali Bulaç’tan Selim İleri’ye, Mümtazer Türköne’den Etyen Mahçupyan’a Türkiye’nin farklı çizgilerdeki en iyi yazarları Zaman’da özgürce yazdı yıllarca. Cumhuriyet kökenli Selim İleri bizde yazdı ve bununla iftihar ettik ama mesela Cumhuriyet, Zaman kökenli Mustafa Ünal veya Hekimoğlu İsmail’e köşe verebildi mi? Bunu hayalinden bile geçirebildi mi?

AKP ile ilişkide daha mesafeli olmalıydık ama Fehmi Koru ve Ahmet Taşgetiren gibi isimler Erdoğan’ın hışmına uğrayınca, Yeni Şafak’tan atıldılar ve Erdoğan korkusundan kimse onlara teklif götürmeyi bile düşünmezken, Erdoğan’ı kızdırma pahasına her ikisine de Cemaat Medyası sahip çıktı. Her ikisi de sonra yandaş medyaya dönüp bu vefa ve alicenaplığın tam tersini yaptılar, ama bu “İslamcılar ve Karakter” başlıklı ayrı bir yazının konusu.

Ülke düzgün demokrasi olsun diye baştan beri Avrupa Birliği sürecinin en güçlü destekçilerinden biriydik. Darbe davalarında eksikleriniz oldu ama demokrasiyi ve seçilmiş iktidarı savunurken bu hataları yaptık, şükür ki bazıları gibi darbecileri savunmadık. Bugün, Samanyolu ve Zaman medya grupları baskıların arttığı 2013’ten itibaren tüm muhalefetin özgürce görüşünü paylaştığı demokrasi platformuna dönüştü. Solcular, Aleviler bile Bugün’ü, STV’yi izlemeye başlamıştı. Seçimlerin düzgün yapılmasının garantörü ve iktidarın maniplasyonlarına karşı muhalefetin sigortası Cihan Haber Ajansı idi. Bunun için de herbiri 15 Temmuz’dan aylar önce tek tek hunharca susturuldu. Eleştirenler, Türkiye’deki tüm dini gruplar muktedire biat etmeyi seçerken, yine bir dini grupla irtibatlı bu yayınların Erdoğan’ın halifeliği zokasını yutmaması gerçeği üzerine hiç mi hiç düşünmediler.

Dindar kimliğimiz ortadaydı ama asla yobazlık yapmadık. İlerici geçinen bazı medya kurumlarının başı örtülülere yaptığı dışlayıcı tutumu asla başı açıklara yapmadık. Dini bir çizgide çıkan ve dindar bir cemaatle ilişkili Zaman gazetesi, Akit, Milli Gazete veya Türkiye gazetesi gibi de olabilirdi. Ama meşrepçi ve cemaatçi çizgiye hapsolmamaya özen gösterdik. Hataları elbette konuşalım ama dile getirdiğim bu gerçekler gözönüne alındığında Cemaat’le ilişkili medyanın, böyle bir ilişki içinde beklenenden oldukça yüksek ve doğal sınırlarını oldukça zorlayan bir mesleki performans sergilediğini de kabul edelim. Yeni dönemde eskisi gibi ‘cemaat medyası’ olmalı mı olmamalı mı tartışılır ama bana göre düne dair “adil ve insaflı” analiz budur. Bu arada cemaatin önemli bir handikapı, kişilerin yaptığı hataların da cemaate fatura edilmesi. Mesela birçok medya kurumunun yanı sıra Cihan Haber Ajansı da Gezicilerle ilgili şu meşum “Camide bira içtiler” haberini yayınlamıştı. Olayı incelediğimde Kabataş talamı gibi bir yönlendirme olduğunu, muhabirin oltaya geldiğini, editörün süzgecini iyi çalıştırmadığını gördüm. Sonuçta kim yaşarsa yapsın benim yönettiğim kurumun hatasıydı ve haber benim onayından geçmemiş olsa da sorumlusu bendim, muhabirinden editörününe ajanstaki bizlerdik. Ama olay, Cemaat’in Gezi karşıtlığının belgesine dönüştü, fatura cemaate kesildi. Kemdi payıma olayla ilgili iç soruşturma yapmıştım. Sonucunu da sıcağı sıcağına yayınlama taraftarıydım ama ortak eğilim öyle çıkmadığı için gecikmeli yayınladım bu soruşturma raporunu ve özrü. https://m.facebook.com/abdulhamit.bilici.5/posts/163959117473679

Bu olayda olduğu gibi, Cemaat birçok kez kişisel kusur veya hukuksuzlukların fatırasını da sırtlanan kurban konumunda. Bundan sonra medya yapıları olursa, çıkacak faturaların Hizmet’e değil, gazetecilere veya patronuna gideceği şekilde olmalı. Kişilerin de imkan ölçüsünde kendi hatalarının sorumluluğunu üstlenip Hizmet’i rahatlatması gerekir.

 Özellikle 2010’lara kadar Zaman Gazetesi neredeyse AKP’ye hiç toz kondurmuyordu.

Bakın belki burada gözden kaçırılan bir nokta var. Türkiye ve Dünya’daki tüm demokratlar AKP’yi destekledi. Finanaial Times’tan Le Monde’a, Guardian’dan Washington Post’a dünya medyasında AKP lehine çıkan haber ve yazılar toplansa ansiklopedi olur. Zaman da AKP demokrasi yolunda yürürken destekledi. Demokrasi rotasından çıktığında da eleştirmeye başladı. Bu açıdan mesela Ahmet Altan’ın duruşuyla Cemaat’in veya Zaman’ın duruşu arasında çok fark yok. İkisi de demokratlığın gereği olarak derin yapılara karşı çıktı, seçilmiş iktidarın yanında yer aldı. Bu yakınlık, körü körüne bir biat değil, ilkesel ortaklıktı. Biat olsa tüm yolsuzluk ve zulümlere rağmen Erdoğan ve AKP’yi destekleyen diğer dini gruplar gibi yapardı, Hizmet hareketi de. AKP ortaklığın zeminini oluşturan ilkeleri terkedince de işbirliğinin ideolojik temeli kalmadı.

 Ama birçok insan kopuşun esas sebebini “Dershane Krizine” bağlıyor.

Evet dediğiniz gibi görünüyor, insanlar kopuşun başlangıcı olarak, dershaneleri kapatma girişimi veya 17/25 Aralık’ı görüyor. Lakin 2010 tarihinde AKP İstanbul il başkanı Aziz Babuşçu’nun açıklaması var. “Geçtiğimiz dönemde birlikte yol yürüdüğümüz yapılarla gelecek dönemde birlikte yürümeyeceğiz” diyor. Yani artık muktedir olduk. Demokratların, liberallerin, Cemaatin desteğine ihtiyacımız kalmadı. Erdoğan’ın en son katılıp Hocaefendi’yi Türkiye’ye davet ettiği Türkçe Olimpiyatı’na aslında çok düşmanca düşünceler içinde gittiğini, orada Hizmeti ve Gülen’i göklere çıkaran sözlerinin kandırmaca olduğunu, Erdoğan’ın yakın adamları itiraf ettiler. Yani hem dershane krizi hem de 17/25 henüz ortada yokken. Demokrasi, Avrupa Birliği gibi öncelikler terkedilirken, onların yerini, taktik olarak rafa kaldırılmış sahte ve baskıcı bir İslamcılık anlayışı aldı. Cumhuriyet dönemini, reklam arası olarak gören, İran gibi yeni bir rejim kurmayı hedefleyen, kendini halife, tüm dünya Müslümanlarının lideri gibi  gören hayalperest bir anlayış bu. Dini açıdan da

Fethullah Gülen’in dünyaya açık, demokrasiyi ve modern eğitimi kucaklayan anlayışının yerine, Kadir Mısıroğlu ve Hayrettin Karaman gibi tiplerin piyes düzeyindeki ibtidai zihniyeti öne çıktı. Cemaat ve genel olarak Nurcular, eskiden beri siyasal İslamcılığa çok soğuktular. Onlar Menderes, Demirel, Özal çizgisini her zaman Erbakan çizgisine tercih etmişlerdi. Cemaat-AKP ilişkisinde, değişen taraf siyasal İslamcılığı bıraktığını ilan edip Özal/Menderes çizgisine, dolayısıyla cemaatin siyasi anlayışına geldiğini söyleyen Erdoğan’dı. Bu değişim olmasa cemaatin tercihi asla siyasal İslamcılık olmazdı. Cemaatin kusuru varsa o da bu değişimin sahte olabileceğini öngörememek. Aslında aldatılmaya maruz kalan Cemaat ve onun gibi Erdoğan’da değişimin sahih olduğuna inanan tüm demokratlar, liberaller ve tüm demokratik dünyadır. Propagandaya bakılırsa ülkedeki tüm kötülüklerin kaynağı Cemaat. Ama objektif veriler bunun tam tersini söylüyor. Cemaatin AKP’nin adeta aklı olduğu dönemde Türkiye dünyada parlayan, örnek gösterilen bir ülkeydi. Şimdi öyle mi? Cemaate yakın bürokratlar gerçekten yasadışı bir şey yapmışsa en ağır şekilde cezalandırılsınlar ama o insanların katkılarını da unutmayalım:

Propagandaya bakılırsa Cemaat’in Savcıları, hakimleri ülkede adaleti batırmış. Peki gerçek ne? Adalet ve hukuk açısından ülkelerin karnesini ortaya koyan Hukukun Üstünlüğü Endeksi sonuçları geçenlerde açıklandı. Buna Türkiye, 113 ülke arasında 101. sırada. Peki Cemaatin yargıda etkiliği olduğu söylenen 2014’te Türkiye kaçıncı sıradaymış? 59.

Yakında öğrendim, Türk Gemiciliği’nin dünya kara listesinden çıkmasında cemaate yakın isimlerin katkılarını. Poliste rüşvetin, karakollarda işkencenin bir dönem nasıl kalktığını kimse hatırlamıyor. Cemaat artık yok ve şimdi AKP milletvekili bile yargıdan adam kurtarmak için borsalar kurulduğunu söylüyor. Az daha cesareti olsa Cemaat’ten arındırılmış yeni yargının, 17/25 Aralık yolsuzluk dosyalarının yanı sıra Ergenekon, Balyoz ve tüm faili meçhul davalarını nasıl akladığını da anlatır. Yine de geriye doğru baktığımda şunu düşünüyorum: Vesayete karşı önemli bir dönüm noktası olan 2010 Referandumu’ndan sonra keşke AKP, ülkeyi AB standartlarında bir demokrasiye dönüştürse, Cemaat’de ‘bana müsaade” deyip bürokrasideki varlığını sivil alana, dünyadaki hizmetlere taşısaydı. Ama olmadı. AKP demokrasi yerine otoriterliğe kaydı. Cemaat’de bürokrasi ve siyasetle daha içli dışlı hale geldi. Erdoğan ve AKP’nin girdiği diktatörlük yolundan dönme şansı yok ama sanki Allah Cemaat’i, bir zalimin eliyle ve çok acılı bir süreçle de olsa, bürokrasi ve siyasetten temizlemiş ve daha fazla insanın dünyaya açılmasını sağlamış oldu.

 Hizmet Hareketi’ne son zamanlarda ‘içeriden’ eleştiriler yükseliyor. Bu eleştiriler hakkında siz ne düşünüyorsunuz?

Bana göre prensip olarak eleştiriler, hareket için sağlık ve hayat işareti. İlkesel olarak içten dıştan gelen tüm eleştirileri saygıyla karşılamak, istifade etmek gerekir diye düşünüyorum. Hatta aklına, vicdanına güvenilen insanlara, “Bizi eleştir, ne gibi yanlışlar görüyorsun?” diyerek raporlar istemeli. Hizmet, Türkiye için demokrasiyi savunuyor baskı, otoriterlik ve tek adamlıktan şikayetçi ise kendisi demokrat olmalı, başkası yaptığında rahatsızlık duyduğu hastalıklardan kendisi uzak durmalı. Hizmet ve Hocaefendi’nin kült olmadığını ortaya koyacak en önemli gösterge dile getirilecek farklı görüşler, çok seslilik veeleştirilerdir. Sadece görüntü ve inaj için değil, samimi olarak bunu yapmalı. Özgürlük ve eleştirinin olmadığı yerde nelerin olduğunu tüm İslam dünyası bugünkü haliyle gösteriyor. Hizmet’i temsil ettiği düşünülen kişi ve kurumların bazı hataları yapmasında en temel nedenlerden biri, eleştirel bakışlara yeterince kulak vermemek ve küçük büyük hemen her kurum ve yapıya sızan, kültürümüzdeki temelleri hayli güçlü olan tek adamlık sendromudur.

Kabul edelim, ülke ve İslam dünyası olarak kültür ve tarih kodlarımız, tek adamlığa ve otoriter yönetim biçimine çok daha uygun. İslam toplumları kendi rönesanslarını gerçekleştirene kadar da böyle olmaya devam edecek. Rönesansın da doğup gelişeceği iklimin temel şartı özgürlüktür. Bilinçli bir şekilde ve esnekliğe yer vermeyecek tarzda demokratik karar alma mekanizmaları kurulmazsa Türkiye’deki kurumların gideceği yer tek adamlıktır. Tek adamlık, şider sultası sorununuz mu var? Karar alma süreçlerini demokratik ve şeffaf yapacaksınız. Bu, esnek değik, zorunlu olacak. Mesela herşeye rağmen CHP içinden farklı sesler çıkıyorsa bunun kaynağı ön seçimdir. Yoksa kimse kokay kokay gücü paylaşmak istemez. Ya da demokrat karakterli biri çıkarsa söz dinler, değilse bildiğini okur. Mesela bir yapıda kadının konumu sıkıntılı mı? Bunu aşmak için cebri, zecri şartlar getireceksiniz. HDP’nin eş başkanlık uygulaması bu açıdan güzel bir örnek.

Hizmet’le ilgili son dönemde bazı arkadaşların dile getirdiği eleştirilerin içeriğine gelince, İslam, Bediüzzaman, Hizmet ve Hocaefendi’yle ilgili dile getirilen görüşlerden istifade ettiklerim de var, hem içerik hem üslub açısından ciddi sorunlu bulduklarım, beni hayal kırıklığına uğratanlar da var. Madde madde ele almak çok uzar ve belki gerek de yok. Zihniyet ve bakış açısı odaklı birkaç hususa dikkat çekmek istiyorum. Bir kere aydın ve toplumdaki rolü üzerinde en çok duran isimlerden biri olan Sartre’a göre aydının en önemli ayırt edici özelliği; zalimin karşısında, mazlumun ve ezilenlerin yanında duruşudur. Türkiye ve Hizmet Hareketi bağlamında artık kimin zalim, kimin mazlum olduğu belli olduğuna göre, zalimi bırakıp sürekli mazlumla uğraşmayı aydın duruşu ile bağdaştıramıyorum. Kundaktaki bebekten 80’lik ihtiyarlara kadar Hizmet bugün mazlum durumdadır.

Bu kadar eğitime, toplumsal barışa, sayısız hayırlara vesile olmuş Hocaefendi’de mazlum. Yıllardır sürgünde yaşıyor. Hakkında kaç bin yıl müebbet hapis cezası istendiğini takip bile edemiyorum artık. En uzak akrabaları bile hapiste. Bu açıdan bakınca, mesela Sartre’nin kriterine göre her devrin zaliminin karşısına dikilen Ahmet Altan, aydın/entelektüel konumunu hak ediyor. İstese o da mahkemede herşeyi cemaate yıkar, “belgeleri onlar verdi, kandırıldım. Taraf’da aslında Cemaat işiydi. Tüm suç Mehmet Baransu’nundu. Ergenekon ve Balyozculara ayıp etmişiz” falan dese yırtardı belki. Zalim de mazlum da belli iken mazluma dil uzatıp prim yapmaya kalkmadı o. Zalimlerin yüzüne tükürdü, mazlumun üzerinde tepinmedi. Bir de Ahmet Hakan var. Zalime şirinlik yapıp, Ahmet Altan gibi ne kadar adam varsa onlarla uğraşmayı, çamur atmayı marifet sayan tip. Konjonktüre göre hergün ağız değiştiriyor. Aydınlara yakışan, Ahmet Altan tavrıdır.

İkincisi, Hizmet de Hocaefendi de tabu değil. Elbette seviyeli bir üslupla eleştirilebilir. Bundan kendisi de istifade eder. Ama kahraman olarak görülmesi gereken insanı ve insanları suçluymuş gibi görmek, bakış açısıyla ilgili ciddi bir soruna işaret ediyor. Tüm Hizmet gönüllüleri ve Hocaefendi, dini de suistimal ederek kirli emellerine alet eden zalim bir iktidara karşı duruşuyla büyük kahramanlık sergiliyor. Tüm İslami grup ve önderlerin, fetvaları vererek zulmü, yolsuzluğu onayladığı ortamda, Hizmet hareketi ve Hocaefendi, yolsuzluğa yolsuzluk, zalimliğe zalimlik diyor. Tüm zulümlere rağmen bir milim geri adım atmıyor. Ahmet Altan’ın bireysel olarak sergilediği duruşu, Hizmet Hareketi bir sosyal grup olarak sergiliyor. Ve rastgele değil, bilinçli bir tavır bu. “Gerekirse mendil satarak geçiniriz, zalime boyun eğmeyiz” sözleri Hocaefendi’ye ait. Bu duruşun tarihteki emsalleri, İmamı Azam’ın, Ahmed bin Hanbel’in, dini kullanan devrin muktedirlerine karşı duruşlarıdır.

Toplumdaki hipnoz etkisi geçip, toz bulutu kalktığında, özellikle bir dini grubun ve Müslüman bir aliminin, dinci iktidarın yolsuzluk ve zulümlere karşı çıkmış olması, yarın Türkiye’de İslam’ın sigortası olacak. Müslümanlardan bir grubun bu yanlışlara karşı çıkmış olması, faturanın İslama kesilmesini önleyecek. Gelecek dindar kuşaklar bu sayede sokağa çıkacak yüz bulacaklar. Bu duruşun değerini göremeyip, yanında çalışan asistanlara sarkıntılık eden birisi üzerinden, Gülen’i eleştirmek, bırakın entelektüeli, hiçbir insana yakışmayacak bir tavır. Üçüncüsü, İslam dünyasının yenilik ve değişime ihtiyacı çok büyük. Ama İslam dünyasının bugünkü perişan halinden hareketle faturayı İslamiyet’e, Kuran’a, Hadis’lere, Namaza, niyaza, tasavvufa keserseniz, miadını çoktan doldurmuş, cevapları verilmiş pozitivist, modernist, tarihselci çizgiye savrulma tehlikesiyle karşı karşıya kalırsınız. O tartışmalrdan habersiz olanlara cazip görünse de ehlinin yanında oldukça sakil kaçar. Her konuyu dinle açıklamaya çalışanlara itiraz edenlerin, gördükleri her problemi dönüp dolaşıp dine bağlaması yaman bir çelişki olur.

İslam ülkeleri dinden dolayı geri kaldı ise aynı din, aynı Kur’an aynı Hadislere inanan Müslümanlar tarihte o bilimsel başarıları nasıl ortaya koydu, nasıl muhteşem bir medeniyeti nasıl kurdu? Şayet geri kalmışlığın nedeni din ve özellikle İslam ise Latin Amerika niye geri kaldı? Hepsi Hıristiyan olan Kuzey Amerika ile Güney Amerika, Batı Avrupa ile Doğu Avrupa arasındaki fark nedir?

İslam dünyasında bu modernist çizgiye kayanlar marjinalleşir. En büyük medya desteğine rağmen mesela Yaşar Nuri Öztürk’ün peşinden kaç kişi gitti, topluma ne etki yapabildi? İslam’da meşru değişimin yolu tecdittir. Bediüzzaman da Hocaefendi de o meşru yenilenmeyi arzulayan herkes için deniz feneri gibi yol göstericidir. Hocaefendi denildiğinde, Türkiye’de ve dünyanın 170 ülkesinde modern eğitim veren 2 binden fazla okulun, 30-40 üniversitenin açılışına öncülük etmiş, yüzbinlerce insanı hayra ve güzel işlere yönlendirmiş, imanını korumasına vesile olmuş, küçük yaşta Kaside-i Bürde’yi ezberlemiş, tasavvuf terbiyesiyle büyümüş, hadis, tefsir, kelam gibi klasik İslami ilimlerde otorite konumunda bir insanı düşünmek gerekir.

Dördüncüsü, başkalarını hem de acımasızca eleştirenlerin, kendilerini eleştirenlere hoşgörülü olması gerekir. Demokrasi ve eleştiriden söz eden biri, şayet kendi kurumunda veya yönettiği medyada eleştirel görüşe yer vermiyorsa tutarsızlığını ilan etmiş olur. Aynı şekilde başkalarının kendi uzmanlık alanında ahkam kesmesinden rahatsız olanlar, başkalarının uzmanlık alanlarında büyük laflar etmekten uzak durmaya çalışması iç tutarlılığın gereğidir.

Beşincisi, bilimselliğin gereği, sosyal bilimlerde toplumun içinde olup araştırmalar ve anketler yapmak, pozitif bilimlerde ise labaratuvarda çalışmaktır. Temaslarımdan gördüğüm kadarıyla Hizmet gönüllüleri herşeyi sorguluyor, gözden geçiriyor, eleştiriyor. Yani eleştiri ve özeleştiri yapanlar, yazıp çizenlerle sınırlı değil. Ama bir yandan eleştirip sorgularken bir yandan da doğru olduğuna inandığı hizmetleri yapmaya devam ediyor. Kurumlarda ve genel olarak Hizmet yapısında da bir değişim arzusu ve çalışması var. Bu konularda yazıp çizenlerin, alana inip gelişmelerden daha fazla haberdar olması lazım. Hikmet Çetinkaya’ya sormuşlar. Yıllardır Gülen’i eleştiriyorsun. Her hangi bir kitabını okudun mu? Cevap, “O benim her hangi kitabımı okudu mu?”

Son olarak, aydın veya entelektüel popülist olamaz. Hizmet hareketi güçlü iken onu alkışlayıp bir sorun görmeyen, Hocaefendi ile görüşmek için fırsat kollayan ama güç kaybedip mazlum durumuna düştüğünde hareketi ve liderini yerden yere vuran kişi aydın değildir, popülisttir. Aydın için bir şeye inananların çokluğu veya çok güçlü olmaları gerçeğin ölçüsü olamaz. Nemrut ne kadar güçlü olursa olsun haklı olan Hz.İbrahim(as)’dır. 6 milyar insan dünyanın düz olduğuna inansa, haklı olan Galileo’dur. Mesela Türk Toplumu’nun belki yüzde 70’i Beethoven’ı bilmez, sevmez. Ama bu durum o müzik dehasının değerini düşürmez. Hayatta iken tüm devlet, Diyanet dahil, Bediüzzaman’ın karşısında idi. Sonra ne oldu? Ama mesela Cemil Meriç gibi istisnai aydınlar, herkesin kör olduğu günlerde onu takdir etmeyi bilmişti. Kitlelerin aklı çocuk mesabesindedir. Şekerle kandırır, öcüyle korkutursun ama gerçek aydına dünyayı versen doğrudan şaşmaz, dünyayı bomba yapıp patlatsan korkup doğrudan şaşmaz. Aydın hipnoz olmaz, görüntüye aldanmaz. Görüntüye bakarak gerçeği görmek mümkün olsa, aydına gerek kalmazdı.

Cemaat’e karşı öteden beri yöneltilen bir soru çalma iddiası var. Bu konuda bir şeyler söylemek ister miydiniz?

Öncelikle şunu belirteyim: 5 yıl önce Hizmet hareketine karşı karalama ve linç kampanyası başlatıldığında nerede duruyorsam bugün de aynı noktadayım. Farklı konumlarda Hizmet’in yaklaşık 30 yılının şahidiyim ve en önemlisi de kişinin kendi şehadeti, tanıklığıdır. Bu noktada, iddia edildiği gibi Hizmet hareketini insanlığa, yasalara, dini değerlere aykırı bir yapı olarak gördülerse bir an bile içinde durmayıp uzaklaşmaları gerekir. Eğer kendi şehadetleri böyle değilse de iftiralara aldırmamalılar.

Şahsen Hizmet’te bulunduğum hiçbir konumda hiçbir zaman evrensel insani değerlere, İslamın genel ilkelerine ve yasalara aykırı bir şey yapıldığını, böyle bir hareket tarzının teşvik edildiğini görmedim. Kendim lise birincisi ve bölge birincisi olarak üniversiteyi kazandım. Hocalarım yaşıyor, öğrenci arkadaşlarım yaşıyor. Her halde hepsi bileğimin hakkıyla o puanı aldığıma şahitlik ederler. Hiçbir kamu sınavına girmedim. Çocuklarım çeşitli sınavlara girdi, onlar da böyle bir ahlaksızlıkla karşılaşmadı.

Ancak Hizmet mensupları dahil hiç kimse hukuk önünde dokunulmaz değildir. İnancımıza göre Hocaefendi de dahil hiç kimse hakkında mutlak masumiyet iddia edilemez. Hepimiz beşeriz, şaşabiliriz. Hizmet mensupları içinde suç işleyenler veya konumlarını kötüye kullananlar varsa adil şekilde yargılanıp bedelini öderler. Ancak evrensel hukuk anlayışına göre de dinimize göre de suç kişiseldir. “Vela teziru” ayetini hatırlayın. Babanın suçu yüzünden oğlu veya evladın suçu yüzünden babayı cezalandıramazsınız.

Ayrıca hiçbir sosyal grup topluca suçlu ilan edilemez. Bu ancak Firavun ve Hitler gibilerin yoludur. Hizmet’e sempati duyan bir polis, yasadışı dinleme yapmışsa veya bir başkası soru çalmışsa halt etmiştir, hukuku çiğnemiştir ve Hizmet’e ihanet etmiştir. Çünkü insani değerlere, İslami değerlere aykırı olan şey, Hizmet’e de aykırıdır. Yasada bu suçun cezası neyse onu çekmesi gerekir. Suç işleyen kişi babamın oğlu olsa fikrim değişmez. Bu ölçülerin hepsini çöpe attılar. Babalarıyla ilgili suçlamalar yüzünden çocuklar hapsediliyor. Anayasa Mahkemesi kararları bile uygulanmıyor. Hakimler kararları yüzünden hapse atılıyor. Böyle kapkaranlık bir ortamda hazırlanan iddianameyi, verilen kararı nasıl ciddiye alacaksınız? Onunla ilgili de artık ciddi kuşkular var ama keşke AİHM standartlarında bir mahkemede hem AKP ile ilhili yolsuzluk iddiaları hem de cemaatle ilgili iddialar yargılansa ve gerçek ortaya çıksa. Ben de yargılansam mesela 15 Temmuz’dan 4 ay önce el konulan gazete ile nasıl darbe yapmışız görsek.

Bu arada Hizmet gönüllülerini dünyanın en korkunç insanları gibi göstermeye çalışanların kim olduğunu da unutmamak gerekir. Bu tür karalamaları yapanlar, dün söylediğinin bugün tersini söyleyen Kabataş yalancıları. Hizmete düşmanlıkta akıl hocaları da 1970’lerden beri Hizmete yeminli düşman olan derin şer odakları. Her konuda yalan söyleyenlerin, Hizmetle ilgili iftiralarına kredi vermek tutarsızlık değil mi? Ayrıca Hizmet, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada kalitesini ispat etmiş bir eğitim hareketi. Diyelim Hizmet mensupları Türkiye’de soruları yürüterek başatirı elde ediyor, peki Türkiye ve dünyadaki cemaate yakın kolejlerin uluslararası bilim olimpiyatlarında aldığı binlerce dereceyi nereye koyacaksınız? Bugün Hizmeti karalayanlar, dün çocuklarını Hizmet okullarına yazdırabilmek için niye dil döküyorlardı?

 Hareket’in lider kadrosunun süreci nasıl yönettiğini düşünüyorsunuz?

Hizmet tarihte eşine az rastlanan bir zulüm ve imha girişimiyle karşı karşıya. Devletin tüm gücü kullanılarak ve çocuk, kadın, yaşlı, sivil, memur ayırmadan yapılıyor bu zulüm. Onbinlerce insan hapiste. Gökhan Öğretmen gibi işkence altında can verenler ya da Ayşe Öğretmen gibi Meriç’ten geçmeye çalışırken çocuklarıyla beraber boğulanlar var. Dünyadaki güçlü avukatlık bürolarına ve lobilere para akıtıp Hizmet’in dünyadaki faaliyetlerini bitirmek istiyorlar. Fakir devletlere, Hizmet Okulları’nı kapatmaları için rüşvet veriyorlar. Hocaefendi’yi kaçırmak için yeni ABD yönetimine yakın, General Flynn gibi tipleri yüksek paralar karşılığında kiralıyorlar. Bütün bunlar karşısında Cemaat’in hala varlığını sürdürüyor olması büyük başarı ve aynı anda 4 şeyi yapması gerekiyor:

Türkiye’deki onbinlerce mağdurla dayanışmak, onlara sahip çıkmak.

Eski hatalarla yüzleşip dersler çıkarmak.

Pozitif, aksiyoner ve evrensel bir vizyon belirleyerek eğitim, diyalog, insani yardım gibi hizmetleri güçlendirmek.

Türkiye’den çıkan ve yarın çıkacak olanların elinden tutmak ve gittikleri ülkelere adapte olmalarını sağlamak.

Herbir maddeyle ilgili gayretler var ama zulmün büyüklüğü nedeniyle kafalar Türkiye ile çok meşgul ve bu da derlenip toparlanma, yenilenme çabalarını zorlaştırıyor. Aksiyoner bir vizyon ve hedef olmazsa Hizmet hareketi Erdoğan’la uğraşan reaksiyoner bir yapıya dönüşür ve insanlar birbiriyle uğraşmaya başlar. Bu tür bazı emareler beni üzüyor.

 Bulunduğunuz yerden nasıl bir Türkiye görüyorsunuz?

Adaletin ve ahlakın sıfırlandığı, partizanlık, yobazlık ve kutuplaşmanın zirve yaptığı, eğitimin çöktüğü, dünyadaki saygınlığın dip yaptığı, ekonominin sürekli geriye gittiği; saman bile ithal edilmesinden anlaşıldığı gibi tarımın battığı, uçuruma doğru koşan ama propaganda nedeniyle milyonlarca insanın herşeyin iyi gittiğini, hatta dünya lideri olduğumuzu sandığı bir ülke. Gezi’nin kanla bastırılması, yolsuzluk davalarının örtbas edilip medyaya saldırılar başladığında bu gelişmeleri yaz mevsiminde yağan kara benzetmiştim. Geçici olduğunu, 21. yüzyılda ve demokratik dünyayla bu kadar içli dışlı olmuş bir ülkenin demokrasi yolundan tamamen çıkmayacağını düşünüyordum. Her gün bir önceki günden geri gitti ve demokradinin kaleleri tek tek düştü. Ülke adına en büyük kabusum, tek parti dönemi gibi 20-30 yıl sürecek bu kez İslam soslu bir otoriterliğin kurulması. Yargıç adaylarının, Sarayda lideri ayakta alkışladığı tablo, hiç hayra alamet değil. Bütün göstergeler, Türkiye’nin Saddam Irak’ı, Kaddafi Libya’sı, Esad Suriye’si yolunda gittiğini gösteriyor. Herbirinin sonu da hem liderler hem de toplumlar için çok çok büyük felaket oldu. Acı olan, bu felaketlerin hepsi burnumuzun dibinde yaşanmasına rağmen, toplumdaki epey bir insanın bu yolu kurtuluş, yükseliş gibi görüp desteklemeleri. Milletin çakır keyf uçuruma koşuşu karşısında hiçbir şey yapamamak feci bir duygu.

 Türk Medyası?

Ne tarafından baksanız umut kırıcı bir vakıa Türkiye medyası. Dünden bugüne ne muktedirler demokrasinin olmazsa olmaz bir unusuru olarak gördü medyayı ne de medya kendine özerk bir alan açacak donanım ve ahlakı ortaya koyabildi.

“Her rejim kendine uygun vatandaş tipi aradığı gibi, kendine uygun matbuat(medya) tipi de arar.”

Uzun yıllar tek parti döneminin İçişleri bakanlığını yapmış Şükrü Kaya’nın bu sözleri, Türkiye’de medyanın, devlet ve iktidarlar nezdinde nasıl bir yere sahip olduğunu özetliyor.

Yani, muktedire hesap sormak, yanlışlarını ortaya koymak değil, daha çok muktedirin PR’ını yapmak, halkı adam etmek, muktedirin hor gördüğü grupları (solcu, dindar, Nurcu, Kürt, Alevi, Cemaat, Tarikat, Ermeni,vb) her yolla aşağılamak, onun propagandasını yapmak. Tek parti, Osmanlı’daki çok sesli medyayı susturarak (Takrir-i Sükun) işe başlamıştı; Menderes gücü ele geçirince medyayı Tahkikat komisyonlarıyla hizaya getirmeye çalışmış; şimdi muktedir olan Erdoğan da bir yandan yandaş medyalar oluşturup diğer yandan medya kurumlarının kapılarına kilit vurarak, konuşanları hapsederek aynı zihniyeti sürdürüyor. Erdoğan, iyi olduğumuz günlerde hükümetlerinin bir yanlışlarını haber yapınca “Niye yazıyorsunuz, gelip bana söyleyin” derdi. İktidarların medyaya bu sakat bakış açısı, tarihten beri kraldan fazla kralcı, günü kurtaran, gerçeğe ve topluma değil, muktedire bakarak şekil alan gazeteci tipini üretti. Bu çizgi dışında hareket edenler ise hep sürgün, hapis veya suikastle karşı karşıya oldular. Tan baskınında da, Mumcu cinayetinde de, İstanbul’un göbeğinde Gündem gazetesinin bombalanmasında da, Hırant’ın katledilmesinde de aynı ellerin izi görülür. Erdoğan rejimi, şimdi bunlara, dünyada en fazla gazeteci hapseden, en çok medya kurumu kapatan, ihale verdiği müteahhitlerden para toplayıp havuz medyası kuran, telefonda medya patronlarını ağlatan, televizyonların KJ’lerine bile karışan ülke namını eklemiş oldu. Türkiye bir gün yeniden demokrasiye dönmeye karar verirse hem yönetenlerin hem de gazetecilerin bu tarihle baştan sona yüzleşip, demokratik bir düzende hem medya-devlet-iktidar ilişkisini hem de medya-patron ilişkisini yerli yerine oturtması gerekecek.

Kırgınlıklarınız?

Hamile annelere, bebeklere, yaşlı ve hastalara kadar uzanan zulmü bile görmeyen, sessiz kalan Anadolu insanına kırgınım. Bir de ülkenin tüm aklı erenlerine ve solculara kırgınım: Şimdiye kadar darbelerin mağduru olmuş, derin devlet kavramını bizden önce kullanmaya başlamış, Sabahattin Alileri, Uğur Mumcuları, Ahmet Kayaları, Hırant Dinkleri yutmuş yapılarla ilk kez cesurca mücadele eden, sırf bu yüzden şimdi zindanlardaki tek kişilik hücrelerde çürütülmeye çalışılan halk çocuklarını sahip çıkıp destanlaştıracaklarına çıkmak yerine onlara karşı derin devletin bakış açısıyla yaklaştıkları, en vatansever insanları Erdoğan ağzıyla terörist diye yaftaladıkları için…

 Meriç?

Eskiden komşu Yunanistan’la aramızdaki sınırı oluşturan bir nehirdi. Şimdi çoğunlukla bizi sevdiklerimize kavuşturan bir kurtuluş ve umut yolu, bazen de sevdiklerimizi yutan bir ejderha.

Yurtdışında mağdurlar için bir şeyler yapıyor musunuz?

“Türkiye’nin en büyük gazetesinin yayın yönetmeni iken şimdi gazetesi kapatılmış ve kendisi sürgünde yaşamak zorunda kalan bir gazeteci” olaylar karşısında etkilenip sarsılmayan insana rastlamadım. Medyaya baskıyla ilgili bazı istatistikleri duymaktan çok farklı bizzat kurbanın kendisini dinlemek. Ben de bulabildiğim her platformda kendi hikayemden başlayıp hapisteki farklı çizgilerden gazeteci arkadaşları, öğretmenleri, milletvekillerini, avukatları, işadamlarını, kadınları, bebekleri, kapatılan medya kurumlarını, üniversite ve okulları dünyaya anlatmaya çalışıyorum. Üniversitelerde konferanslar veriyorum. Derslere giriyorum. Amerikalı ve Türk sivil toplum kuruluşlarının etkinliklerinde konuşmalar yapıyorum. Dünya medyasına yer yer yazılar yazıp, röportajlar veriyorum. Meslektaşlarımızı ziyaret edip bire bir sıkıntıları, hapisteki gazetecileri ve diğer mazlumları anlatıyorum. Think-thank larin yuvarlak masa toplantılarında Türkiye’nin durumunu, mağduriyetleri, çıkış yollarını dile getiriyorum. İnsan hakları ve medya örgütlerine her fırsatta vehameti hatırlatıyorum. Türkiye’de ve yurtdışında ulaşabildiğim arkadaşlarla konuşup hal hatırlarını sormaya gayret ediyorum. Yasal süreçlerine yardımcı olacak mektuplar yazıyorum. Sosyal medyada susmamaya, mağduriyetleri dile getirmeye, doğruları söylemeye devam ediyorum. Ama işin gerçeği, tüm bunlar bir işe yarıyor mu bilemiyorum ve sürekli yeterince bir şey yapamama duygusunun mahcubiyetini yaşıyorum. Ama yangın öyle büyük ki, Alman Başbakanı Merkel’in tehditle gazeteci Deniz Yücel’i 1 yıl sonra zar zor serbest bıraktırabildiği, Af Örgütü gibi uluslararası bir insan hakları kuruluşunun Türkiye’deki başkanı Taner Kılıç’ı hapisten çıkaramadığı, ABD’nin NASA bilim adamı Serkan Gölge veya Rahip Andrew Brunson gibi kendi vatandaşlarını kurtaramadığı karanlık bir tablo var karşımızda.

 15 Temmuz?

Darbe demokrasiye ihanettir ve cezası idamdır. 15 Temmuz’da birileri gerçekten darbe yapmaya kalkmışsa, ister Kemalist, ister Cemaat’çi, ister milliyetçi kim olursa olsun cezasını çekmelidir. Ancak gülünç denecek acemilikteki icra şeklinden, ülkeyi tek adam rejimine götüren sonuçlarına, Erdoğan’ın ilk tepki olarak “Bu bize Allah’ın lütfu” beyanatından damadının saklayamadığı sırıtmalarına, istihbaratı alınmasına rağmen niye girişimin önlenmediği ve olaydan haberdar olduğu halde komutanların niye düğüne gittiklerine kadar, ayrıca şakır şakır yayın yapan medyayı ve siyasetçileri kontrol altına almak varken en yoğun saatte Boğaz köprüsünün trafiğe kesilmesi, darbe çöktüğü belli olmasına rağmen Meclis’in niye bombalandığı, 14 Temmuz’da Akar-Fikan-Aksakallı arasında saatlerce nelerin konuşulduğu, Erdoğan hiçbir şeyden habersizken eniştesinin nasıl darbeden haberdar olduğu, öğlen saatlerinde öğrenilen darbe bilgisinin yatsıya kadar Erdoğan’a nasıl ulaştırılamadığı, bu fiyasko ve rezaletin sorumlusu MİT ise, Hakan Fidan’ın niye görevinde kaldığı gibi binlerce cevap bekleyen soru işaretinden, Meclis araştırmasının apar topar kapatılmasına tüm işaretler; 15 Temmuz’un Cumhuriyet tarihinin en kanlı ve korkunç kumpaslarından biri ve Türkiye’nin Reichtag Fire’ı (Alman Meclisinin yakılması) olduğu ihtimalini güçlendiriyor. Ana Muhalefet Partisi Lideri Kılıçdaroğlu’nun 15 Temmuz kontrollü darbedir” sözünü, Selahattin Demirtaş’ın “15 Temmuz Türkiye tarihinin en büyük kumpasıdır” açıklamaları görmezden gelinebilir mi?

Bu olay yaşanmasa ne başkanlık sistemi referandumda kabul edilir ne 200’den fazla muhalif medya susturulabilir ne de Demirtaş’tan Berberoğlu’na siyasetçiler, Ahmet Altan’dan Mustafa Ünal’a bu kadar gazeteci hapse atılabilir ne devlette ve üniversitelerdeki AKP karşıtları bu çapta temizlenebilir ne Meclis’i sıfırlayıp ülkeyi sorgusuz sualsiz KHK’larla yönetme imkanı olurdu. Sonuçlarından hareketle bakınca 15 Temmuz’un tartışmasız tek kazananı Erdoğan. Ülke için, demokrasi için, hak, adalet, özgürlükle, Cemaat ve Ordu için ise tam bir yıkım. Benim kanımı donduran tarafı ise sırf kirli bir kurgu tamamlansın ve inandırıcı görünsün diye yüzlerce samimi, saf vatandaşın ölümünün göze alınmış olması. Sırf bu kurgu tamamlansın diye o gece samimi vatansever duygularla hayatını kaybeden 249 insan, hayatı kararan yüzbinlerce mağdur. Erdoğan’ın niye Allah’ın lütfu dediği şimdi daha iyi anlaşılıyor. Bir ezbere inandırılan herkes; -dört başı mamur Balyoz darbe planını çürütmek, 15 Temmuz konusunda ise binlerce soru işaretlerini görmezden gelip insanları bunun darbe olduğuna ikna etmek için çırpınan Sedat Ergin dahil- sadece 15 Temmuz’un bir numarası olduğu söylenen Org.Akın Öztürk’ün hikayesine baksalar, ortada Kabataş yalanına milyon kez rahmet okutan bir yalanla karşı karşıya olduğumuzu görürler. Güya 15 Temmuz’un beyni, bir numarası falan denilerek işkenceden geçirilen ve idamla yargılanan Akın Öztürk hakkında Genelkurmay’ın 21 Temmuz’lu açıklamasına bakmak yeterli. Orada Org.Öztürk’ün girişimi bastırmak için yardımcı olduğu resmen ilan edilmişti. Ama kurguya uymayınca o açıklama silindi. 15 Temmuz’un bir numarası denilen isimle ilgili iddiaların bu kadar çürük olduğu yerde başka neye inanabilirsiniz? Cemaat’in bana göre bu olayla ilgili en büyük kabahati, bu çapta bir kumpası fark edip deşifre etmemesi, aksine cemaatle irtibatlı olduğu söylenen bazılarının da bu tuzağa düşmesi. Bu arada öyle karanlık bir olay ki, Akıncı üssünü bombalayarak girişimi önleyen veya o gece Erdoğan’ın uçağını kullanan pilotlar da Cemaatçi ve darbeci diye yargılanıyor. Ankara’da dönen oyunları bilecek durumdaki dünyanın önemli devletleri, 15 Temmuz’un Cemaat’in işi olmadığını açıkladılar. Ama 15 Temmuz’un kimin işi olduğunu da açıklasalar mesele anlaşılacak. Ama nedense henüz bunu yapmıyorlar. İnancım şu ki, 15 Temmuz tüm yönleriyle aydınlatılmadan Türkiye normalleşip, demokrasiye geçemez. Şu an Erdoğan’ın yapmaya çalıştığı, olayı aydınlatmak değil, siyasi olarak bundan sonuna kadar yararlanmak,efsanelerle harmanlayıp kurmaya çalıştığı yeni rejimin miladı yapmak.

 Adil Öksüz?

Demokrasiyi ve Cemaat’i hedef alan kumpasta, görüntüyü tamamlamak için kritik rol verilmiş bir piyon, ya da Hizmet’in değerlerine ihanet ettiğinin farkında olmayan süzme bir ahmak.

 Memleket özlemi?

İnsan elbette dostları, çocukluğunun, gençliğinin geçtiği mekanları, şehirleri özlüyor. Özlem duygusunu karşılamak için ölümsüz şarkılarınızı, türkülerimizi dinliyorum. Ama şimdilik ülkede olan bitenlere acıma ve üzülme duygum, özlem duygumu bastırıyor.

 Son olarak söylemek istediğiniz bir şey?

Hizmet hareketi anne karnında henüz doğmamış bebeklerden 80 yaşındaki ihtiyarlara, Hakkari’de belletmenlik yapan gençten Senegal’deki öğretmenlere kadar tarihte eşine az rastlanır çok büyük bir imtihandan geçiyor. İşkence altında can veren, Meriç’te boğulan şehitler var, dün profesörken bugün pazarcılık yaparak ailesini geçindirmeye çalışan insanlar var. Annesi babası, tüm sevdikleri tarafından dışlananlar var. Yaşadığımız bu acılar karşısında en büyük güç kaynağı iman. Bu dünya zaten intihan yeri, nasıl olsa bir gün bitecek ve ahirette mutlak adalet tecelli edecek. Bu sıkıntılı dönemde, büyüklerin gönlünden kopup gelen bazı mısraları daha sık hatırlayıp onlardaki iman ufkunu anlamaya çalışıyorum. Biri Yunus’dan, biri Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinden, diğeri de on yıllarca hapis ve sürgün hayatı yaşayan Bediüzzaman’dan:

Önce Yunus:

Hoştur bize senden gelen,

Ya hil’at ü yahut kefen,

Ya taze gül, yahut diken.

Kahrın da hoş, lûtfun da hoş.

Gelse celâlinden cefâ,

Yahut cemâlinden vefâ, İkisi de cana safa

Kahrın da hoş, lûtfun da hoş

Bu ölümsüz mısralar İbrahim Hakkı Hazretlerinden:

Hak şerleri hayreyler

Zannetme ki gayreylerÂrif onu seyreyler.

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Bu da Bediüzzaman’dan:

“Bırak ey biçare feryadı belâdan kıl tevekkül

Zira feryat belâ ender hatâ ender belâdır bil

Belâ vereni buldunsa, atâ ender safâ ender belâdır bil

Bırak feryadı, şükür kıl manend-i belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.

Ger bulmazsan, bütün dünya cefâ-ender, fenâ ender hebâdır, bil!

Cihan dolusu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan, gel, tevekkül kıl. Tevekkülle belâ yüzünde gül, ta o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.”

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin