AİHM: TCK’daki örgüt üyeliği düzenlemesi temel hakları ihlal ediyor (2)

Yorum | Aziz Kamil Can

Önceki yazımızda AİHM’in örgüt üyeliği konusunda verdiği kararları ele almış ve bu kapsamda Venedik Komisyonu’nun eleştirilerine yer vermiştik.

Şüphesiz örgüt üyeliği ile ilgili TCK’nın 220/6-7 ve 314/2-3. maddelerinin hukuki dayanaktan yoksunluklarını sadece AİHM ve Venedik Komisyonu tespit etmemiş, başka kurumlar da bu düzenlemeler ve uygulamaları hakkındaki eleştirilerini dile getirmişlerdir.

Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Thomas Hammarberg Türkiye’yi değişik tarihlerde ziyaret etmiş, 1 Ekim 2009, 12 Temmuz 2011 ve 10 Ocak 2012 tarihlerinde yayınladığı raporlarda; Terörle Mücadele Kanunu ve TCK’nın 220. maddesindeki hükümlerin özellikle terör örgütüne üyeliğin kanıtlanmadığı ve bir eylemin ya da ifadenin bir terör örgütünün amaçları ya da talimatlarıyla kesiştiğinin düşünülebileceği durumlarda çok geniş bir takdir payı tanıdığını değerlendirmiştir.

Yine Türkiye’ye 6 ve 14 Nisan 2016 tarihleri arasındaki ziyaretinden sonra, Türkiye’deki ifade ve medya özgürlüğü üzerine 15 Şubat 2017 tarihinde yayımlanan memorandumda (CommDH(2017)5), Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muižnieks, TCK’nın 220/ 6 ve 7. fıkraları ve 314. maddesinin tamamen gözden geçirilmesi ihtiyacını vurgulamıştır (Işıkırık kararı prg. 37). Komiser, bu gözden geçirme yapılırken AİHM içtihatlarının ve yukarıda bahsi geçen Venedik Komisyonu görüşünün tam anlamıyla dikkate alınması gerektiğini belirtmiştir.

Bu maddeleri eleştiren diğer bir kuruluş olan İnsan Hakları İzleme Örgütü, 1 Kasım 2010 tarihli raporunda (İmret kararı prg 25 vd) şu tavsiyelere yer verdi: Türk Ceza Kanunu’nun ‘Suç işlemek amacıyla örgüt kurma’ başlıklı 220. maddesinde değişiklik yapılmalı; ayrıca muğlak, kanuni açıklıktan ve sarahatten yoksun, dolayısıyla keyfi uygulamalara konu olan 220 § 6 (örgüt adına suç işleme) ve 220 § 7 (örgüte bilerek ve isteyerek yardım etme) maddeleri yürürlükten kaldırılmalıdır… Bu maddeler uyarınca sonuçlandırılan tüm davaların uluslararası insan hakları kapsamındaki yükümlülüklere uygunluğunun incelenmesi için bir inceleme kurulu kurulmalı; bu yolla Türk Ceza Kanunu’nun 314/2 ve 314/ 3 maddelerinin 220/6 ve 220/7 maddeleriyle birlikte uygulanması sonucu verilen ceza kararları bozulmalıdır.”

Uluslararası Af Örgütü de 27 Mart 2013 tarihinde, “Türkiye: İfade Özgürlüğünün Tam Zamanı” başlıklı bir rapor yayımlamış ve bu maddelerin muğlaklık ve keyfi uygulamalarını eleştirerek, maddelerin yeniden ele alınması çağrısında bulunmuştur.

Tüm bu açıklamalar ışığında AİHM, ilgili başvuruları, Sözleşme’nin 10. Maddesinin, özel bir hüküm olan 11. maddesine göre genel bir hüküm olarak değerlendirilmesi gerektiği kanaatine vararak, sadece 11. madde bağlamında incelemiştir.

AİHM’e göre bir müdahale; eğer “kanunla öngörülmüş” değilse, Sözleşme’nin 115/2 maddesinde ortaya konulan “meşru amaçlardan” biri ya da birkaçını gütmüyorsa ve bu amaçların gerçekleştirilmesi için “demokratik bir toplumda gerekli” değilse 11. madde ihlal edilmiş olur.

AİHM, yerleşik içtihadına atıf yaparak, “hukuka uygun” ve “kanunla öngörülmüş” ifadelerinin yalnızca ihtilaf konusu tedbirin iç hukukta yasal bir dayanağının bulunmasını gerektirmediğini, aynı zamanda bu dayanağın kanun kavramının niteliklerini taşıması, yani ilgili kişiler için erişilebilir ve etkileri öngörülebilir olması gerektiğini vurgulamıştır. Buna ek olarak, yasal normların hukukun üstünlüğü ilkesiyle de bağdaşması gerekmektedir.

AİHM, “öngörülebilirliği” şöyle tanımlıyor: “Öngörülebilirlik, ‘kanunla öngörülmüş’ ifadesinin getirdiği gerekliliklerden biridir. Dolayısıyla, kişilere davranışlarını düzenleme imkânı vermek üzere yeterli netlikle ifade edilmediği takdirde, bir norm ‘kanun’ olarak kabul edilemez; zira kişiler, gerekirse uygun tavsiye ile, belli bir eylemin yol açabileceği sonuçları, söz konusu koşullar içerisinde makul olan derecede öngörebilmelidirler…

AİHM’e göre bir kural, kamu mercileri tarafından keyfi uygulamalarda bulunulmasına ve bir kısıtlamanın herhangi bir tarafın zararına olacak şekilde kapsamlı olarak uygulanmasına karşı bir koruma tedbiri sağlıyorsa bu “öngörülebilir” niteliktedir. Temel hakları etkileyen durumlarda, sınırsız yetki biçimindeki bir hukuki takdir yetkisinin tahsis edilmesi, demokratik bir toplumun temel ilkelerinden biri olan ve Sözleşme ile koruma altına alınan hukukun üstünlüğüne aykırılık teşkil eder.

AİHM, fiili bir örgüt üyeliğinin maddi unsurlarının iddia makamınca kanıtlaması gerektiğini, ancak anılan maddelerde buna uygun bir tanımlamanın olmadığını söylemiştir. Bu nedenle, bir kişinin, yerel mahkemelerce yasadışı bir örgüte yardım sağlama niteliğinde olduğu değerlendirilen eylemleri, bu eylemler iç hukuk kapsamında bir suç teşkil etmese dahi, kişinin örgüte üyelikten mahkûm edilmesine yol açabilmektedir.

AİHM’e göre, TCK’nın 314. maddesi tek başına uygulandığında, sanığın silahlı bir örgütün “hiyerarşik yapısı” içerisinde suç işleyip işlemediği mahkemelerce incelenmektedir. Diğer yandan, aynı madde 220/7 maddesiyle birlikte uygulandığında, bir hiyerarşi dâhilinde hareket edilip edilmediğine bakılmaksızın, yalnızca örgüte yardım edildiği gerekçesiyle kişi silahlı örgüt üyesi gibi cezalandırılmaktadır. Dolayısıyla düzenleme, eylemleri çok geniş bir yelpazeye yaymakta ve kamu makamlarının keyfi müdahalelerine karşı yeterli düzeyde koruma sağlayamamaktadır.

Son yıllardaki ister PKK ister Cemaat, isterse diğer örgütlerdeki soruşturmalara bakıldığında, sanıkların neredeyse tamamı üyelikten cezalandırılmakta ama somut olarak hangi eylemi ile hangi suça katıldığı veya nasıl hiyerarşik talimat aldığı ortaya konulmamaktadır. Geriye tek bir şey kalıyor, o da, ilgili örgütün toplantısına veya bağlantılı bir kuruluşuna katılmış olmak. Bu durum da tüm sanıkları TCK 220/6-7. ve 314/2-3. maddelerine götürmektedir.

Üstteki açıklamalara bakıldığında, ülkede bugün yargılanan kişilerin, yapmış oldukları eylemlerin yol açabileceği sonucu, söz konusu koşullar içerisinde makul olan derecede öngörebildiklerini söyleyebilir miyiz? Dün yasal dairede yapılan bir eylemin (örneğin sohbete gitme, gösteriye katılma, bir bildiriye imza atma veya bir insani yardım derneğine para gönderme) bugün anılan maddeler uyarınca suç olabileceğini kim öngörebilmiştir? Bu kişilerle gerçek anlamda örgüt üyesi olup suç makinesi haline gelmiş kişiler arasında nasıl bir ayrım yapılabilir?

İşte AİHM burada şunu diyor: Sözleşme’nin 10 ve 11. Maddeleri kapsamına giren eylemler gerekçesiyle başvuranın mahkûm edilmesi nedeniyle, bir siyasetçi ve barışçıl bir gösterici olan başvuran ile PKK yapılanması dâhilinde suç işleyen bir kişi arasında herhangi bir ayrım kalmamıştır. Bir yasal normun bu denli kapsamlı bir şekilde yorumlanışı, yalnızca temel özgürlüklerin kullanılması ile yasadışı örgüt üyeliği durumlarının, üyeliğe dair herhangi bir somut delil bulunmaksızın denk tutulmasına yol açıyorsa, meşru gösterilemez.”

Bir darbeci ile ev hanımı nasıl bir tutulur?

AİHM’in bu haklı tespiti bize aynı zamanda şunu hatırlatıyor: Darbeye teşebbüs eden, onlarca kişinin ölümüne sebebiyet veren gerçek sorumlu veya örgüt ya da yönetici ve oyun kurucuları ile bir bebek, hastanede doğum yapan bir ev hanımı, yıllarca hiçbir suça karışmamış, darbenin “d”sinde bile haberi olmayan bir kamu görevlisi veya esnaf nasıl bir tutulabilir? Bir yasa hükmü bu kadar geniş ve keyfi yorumlanabilir mi?

Böyle bir durum karşısında adeta dehşete kapılan AİHM, bu düzenleme ve uygulamaların barışçıl toplanma özgürlüğü hakkının özünü ve dolayısıyla demokratik bir toplumun temellerini sarsıp yok ettiğini vurgulamaktadır. Yine Mahkeme, anılan yukarıdaki başvurularda, bu müeyyidenin çarpıcı düzeyde ağır ve söz konusu kişilerin davranışlarıyla ciddi şekilde orantısız olduğunu kaydetmiştir.

Merak ediyorum, bir köşe yazısı nedeniyle (ki somut şiddet çağrımı oluşturan tek bir cümle olmadığı halde, zorlama yorumlarla…) bu maddelerin bir uzantısı olarak, yine aynı mantık ve yasalar uyarınca ağırlaştırılmış müebbet hapis cezaları alanlara yarın AİHM ne diyecek acaba?

Yarını bilmesem de, üstteki üç kararı inceleyen AİHM, sonuç olarak başvurucuların TCK’nın 220/6-7 maddesiyle bağlantılı olarak 314/2. maddesi uyarınca mahkûm edilmeleri gerekçeleriyle Sözleşme’nin 11. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir. Mahkeme, TCK’nın 220/6-7 maddesinin uygulanışında “öngörülebilir” olmadığına, zira Sözleşme’nin 11. maddesi ile korunan haklara yönelik keyfi müdahaleye karşı başvuranlara yasal koruma sağlamadığına dikkat çekmiştir. Dolayısıyla Mahkemeye göre, TCK 220/6-7. maddesinin uygulanmasından kaynaklanan müdahale kanunla öngörülmemiştir.

AİHM’in bu üç kararı ve yukarıda görüşlerine yer verilen Kuruluşların kanaatleri birlikte değerlendirildiğinde, örgüt üyeliği ile ilgili tüm yargılamalar yok hükmündedir. Çünkü ortada “kanunilik” unsurlarını taşıyan bir düzenleme bile bulunmamaktadır. Adeta insanlar idari bir mantık ve keyfilikle yargılanmakta ve cezalandırılmaktadırlar.

Bir “örgüt” tanımı olmayan, “öngörülebilir” unsurlara sahip bir yasası olmayan, evrensel ceza kuralları (tipiklik) özellikleri taşımayan, şahsi ve keyfi yoruma açık geniş kapsamlı düzenlemeler ile yapılan bu yargılamalar, AİHM’in ilgili kararları ile çökmüş ve yok hükmündedir.

Yazımı şu tavsiye ile bitirmek istiyorum: Her mağdurun, bu kararları okuyup, destekleyici delil olarak dosyasına sunmasında yarar var. Ayrıca savunmasını, bu yazıda dile getirilmeyen ama kararlarda görülebilecek diğer kriterlere uygun olarak hazırlamalı ki, ilerde AİHM’e başvurduğunda lehe bir sonuç alma imkânı olabilsin.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin