Ağır ol, ne derlerse desinler

YORUM | HAKAN ZAFER

 

Kahire’deki Tolunoğlu Camiinin minaresi, yapının kalanı ile pek uyuşmaz. Üzerine türetilmiş bir hikâyesi de var. Ben, Cenap Şahabettin’in, adındaki Hac ibadetiyle hiç alakası olmayan, yolculuk mektuplarından oluşan “Hac Yolunda” kitabında okumuştum.

Tolunoğulları devletinin kurucusu Ahmed bin Tolun, Abbasî halifesi tarafından görevlendirilmiş Mısır valisidir. Halifenin, eyaletler üzerindeki etkisi azalınca bağımsız bir devlet kurar. Vaktini boşa harcamayan, konuştuğunda ve yaptıklarında abese rastlanmayan, bilgin ve vakur biri olarak bilinir. Günün birinde, ciddiyet abidesi hükümdar, dalgınlıkla elinde bir kâğıt parçasıyla oynarken yakalanır. Etrafındakilerin meraklı bakışları altında uzun süre kâğıtla oyalanır. Hükümdar, durumu fark eder etmez, hakkında malayani ile oyalanıyor diye düşünmemeleri için ciddi bir şey söylemek zorunda hisseder. Yaptırdığı, minaresi henüz tamamlanmamış cami aklına gelir. Mimarı çağırtır. Parmağının etrafında kıvırdığı kâğıdı vererek, “minaresi böyle olsun” der. Samarra Camii’ndekine benzer sarmal minarenin bu sebeple inşa edilip edilmediğini bilemiyoruz ama minare, bir parmağın etrafına dolanan kâğıdı andırmıyor da değil.

***

Vakarımız bozulmasın diye uyumsuz davranışlar ve hatalarımızla erdemler arasında garip köprüler kurmak zorunda kalıyoruz. Ne gereği var? Olduğu gibi bilinmek bizden ne kaybettirir? Hem “görünmekle” kazanacağımız ne olabilir? Hadi kazandık diyelim, kalıcılığı nedir? Gidişi, olmamasından daha büyük kederler yaşatacak hangi şey için, olmadığı gibi görünme yükünün altına girmeye değer ki?

Etrafın bakışından çekinip, saygınlığın devamlılığını sağlamaya çalışıyoruz. Bu, vakar değil. Dizginlenemez yorumlama becerimizle kendimizi ağırlaştırmanın aksine, ağır yükün altında, yüke zararımız dokunmasın diye efendi kalmaktır vakar.

Sekine kavramını, vakar ile yan yana düşünmemiz gerekir. İşinin önemini kavramış, buna göre davranışlarında bir disipline ulaşmış kimsenin içindeki ve dışardan bakıldığındaki sükûnet, görünme çabasıyla gelen yorgunluğu kişinin üzerinden alır. Gösterişin yoruculuğuna karşın vakar hali, dinlendiricidir.

“Gibi görünmenin” yerine, dinin “asıl olan” vurgularıyla önem cetveline dokunuşları var. Takva, iyi niyet, tutarlı ve yerinde davranış, fedakârlık, tevazu, içtenlik, müsamaha, yüksek kavrayış, incitmemek, Allah’a karşı davranışlarda özen ve dikkat, karşılık beklenmeden yapılan iyilik… Hepsinde, sırf görüntü vermekten uzak, yüksek bilinç isteyen deruni, içten gelen bir nitelik göze çarpıyor.

***

Hep ressam ve şairlere yükleniyoruz. Onların anlam yüklemedeki maharetinden geri kalır yanımız yok. Şairin, ne kastettiğini kelimelere yüklerken, ressamın, kompozisyonunun arkasına anlam yatırırken gösterdiği çabadan çok daha fazlasını sıradan insani hallere, kamyon yüküyle anlam bindirerek biz yapıyoruz. “Yanılmışım”, “dalgınlığıma gelmiş”, “anlamamışım”, “farkında değilim”, “kusuruma bakma, ettik bir hata” cümleleri ağzımızdan, bin yılda bir, zar zor dökülüyor.

Önemli iş algılama biçimimiz de bencil. Çoğu zaman, bize ait veya bizim de içinde olduğumuz işin, her zaman en önemli olduğu yanılgısına düşüyoruz. Haliyle bu, başkalarına tepeden bakmayla sonuçlanıyor. “Diğerleri”, bizim gibi mühim işlerin erbabı olmayan sıradan, “vasıfsız” kimselere dönüyor. Maddi, manevi her tür işte, ne yapıp edip, bir elit oluşturuyoruz.

Uslanmaz yorumcu yanımız, tıpkı işimizi önemsemede olduğu gibi, yaşadığımız zaman dilimine ve coğrafyaya da haddinden taşkın önem yüklüyor. Zor zamanda, falanca ile aynı çağda yaşamanın ne kadar kıymetli olduğuna ve şu mübarek toprakların basit kara parçası olamayacağına öyle inanıyoruz ki normalleştirici hiçbir şeye razı gelmiyor, direniyoruz.

Olay ve olgulara haddinden fazla önem yüklemenin maliyetini ödeyemiyoruz. Önceki insani davranışımızın önem yüklenmiş yeni formu, boyutlarımızı aşabiliyor. Yerine getirilmesi tahammülü zorlayacak derecede etrafımızın bizden beklentilerini artırabiliyor.

Bir konuda fikrimiz, planımız olmayabilir. Varmış gibi davranma, durumu kuşatmış gibi görünme, hele hele zor zamanlarda gözümüzün içine bakanlara yapabileceğimiz en büyük saygısızlık olur. Bu, bize güvenen herkesi yarı yolda bırakmadan başkası da değildir.

“Etrafın bakışı bozulmasın” kriteri ile kendimizi sınırlandırmak, bir süre sonra bizi etrafa kul, köle ediyor. Artık ne inandığımız ne de bildiğimiz gibi olamıyor, sadece bize bakanların bizden istedikleri gibi görünme çabası sergiliyoruz.

Düşmelerini, sürçmelerini, olduğunun ötesinde yorumlamak, hatta fazladan değer yüklemek, bizi gerçekliğin uzağına itiyor. Kabullenip yeniden kalkmanın yollarını aramadığımızda, ideallerini bir saplantıya dönüştürerek, insaniliğin önüne hep gerçekleştiremezsek üstümüze yıkılacak duvarlar örüyoruz.

***

Etrafa rağmen kendi olabilmek için, kendi tenhasında, önümüze terazi koyup, ağırlıklarımızdan uzak, kantara çıkmak durumundayız. Bu, bize ait olmadığı halde öyle zannettiğimiz fazlalıklarımızın beraberinde getirdiği sorunlardan da uzaklaşmanın yolunu açar.

Pascal’ın meşhur sözüyle bitireyim. “Bedbahtlıklarımızın en mühim sebebi, bir odada sakin bir halde oturmayı öğrenemeyişimizdir.”

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin