Acemi muhalefet, halkı iktidara mecbur eder [Türk Sağı’nın hikâyesi-21]

YORUM | KEMAL AY

2002’de iktidara gelen AKP’yi, başlangıçta, geçmişteki sağ partilerden ayıran şey, Millî Görüş hareketiyle arasındaki baba-oğul ilişkisiydi. İlk kez popüler bir sağ partide yaşanan bölünme başarıya ulaşıyordu. Fazilet Partisi’nde Erbakan’ın gölgesinden çıkmak isteyen ‘oğullar’, 2002’deki seçimlerde ‘baba’dan (Erbakan) daha başarılı bir performans sergileyerek, ‘eskiyi’ tarihe gömmüştü. Ancak bu AKP realitesine karşın, Türkiye’nin geri kalan bütün politik aktörleri, eski Türkiye’ye özgü bir siyaseti yeniden üretme eğilimindeydi. Buna, o dönem Saadet Partisi’nin genel başkanı olan Erbakan da dâhildi.

2007 seçimleri için ilerlemiş yaşına rağmen meydanlarda boy gösteren Necmettin Erbakan, AKP ile aynı güne denk gelen İstanbul mitinginde şaşırtıcı sözler söylemişti:

‘Hepiniz çok iyi biliyorsunuz ki bugün, şu tepenin arkasında, Kazlıçeşme’de, Narkoz Meydanı’nda da toplananlar var. Kırık ampül hurdalığında toplananlar da var. Ne kadar manalı bir ayrım. Oraya giden niye gidiyor, buraya gelen niye geliyor? Oraya giden… ‘Biz hepimiz Bizans’ın çocuklarıyız’ diyor Fransız Cumhurbaşkanı… Bunu da iltifat sayıyorlar. Bizans’ın çocuklarıymış, onun için orada toplanıyorlar. Biz, Sultan Fatih’in torunlarıyız. Biz, Eba Eyyüb’el Ensari’nin askerleriyiz. Onun için buradayım.’

Dönemin Fransız Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın ‘Hepimiz Bizans’ın çocuklarıyız’ söylemi, Fransa’da bile tartışılan bir çıkıştı. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği meselesinde ‘defans yapan’ Chirac, eğer Avrupa yasalarına ve temel değerlerine uyarsa Türkiye ile birlikte çalışabileceklerini söylerken, Bizans ‘ortaklığına’ değinerek, kendince bir referans noktası bulmuştu.

ESKİ POLİTİKAYLA, YENİYE MUHALEFET EDİLMEZ

Erbakan da, partisinin eskiden beri ‘anti-emperyalist’ bir yol izlediği gerçeğine dayanarak, ‘Hıristiyan Kulübü’ dediği AB ile ‘oğullarının’ yakınlaşmasını diline dolamıştı. Türk sağı açısından Batı ile iyi ilişkiler geliştirmek yeni bir olgu değildi fakat Millî Görüş geleneği için Batı’yla bu kadar ‘içli dışlı’ olmak kabul edilemezdi. Uzun vadede Millî Görüş’ün önceliği, İslam toplulukları ile bir araya gelecek şekilde bir ‘dış politika’ uygulamaktı. Oysa şimdi AKP’liler, ‘hocanın’ mirasına ihanet ederek, aslında bir bakıma Ortadoğu’nun siyasal İslam geleneğine de sırt çevirmiş oluyorlardı.

Erbakan, eski bir politikacıydı ve dünyanın ‘yeni halleri’ni de pek umursamıyordu. 11 Eylül 2001’deki El Kaide terör saldırıları, Ortadoğu’daki politik gerçekliğe de etki etmişti. Hemen akabinde Afganistan’ın ve 2003’te de Irak’ın işgali, bununla birlikte ABD’nin bundan sonra ‘radikal terör’ karşısında ‘ılımlı İslam’ı destekleyeceğine dair beklenti, İslam referanslı siyasette yeni bir imkân doğurmuştu. Amerikalı uzmanlar, radikal terörü besleyen etkenlerden birinin Ortadoğu’daki diktatörler olduğunu savunurken, buna alternatif olarak Müslüman toplumlarda popülerlik kazanabilecek siyasal İslamî hareketlerin desteklenebileceğini söylemişti.

HOMO ECONOMİCUS VE SİYASAL İSLAM

Ama Türkiye farklı bir örnekti. Alternatifler siyasal İslam’la diktatörlük arasında kısıtlı değildi. 28 Şubat dönemi yaşanmıştı fakat askerin siyasetteki rolü ‘kalıcı’ olmamıştı hiçbir zaman. Sivil meclis, belli saiklerle çalıştırılmıştı. Ancak 28 Şubat sonrası Türkiye’deki dindar-seküler ayrımının altı çizilmişti. Başörtüsü, cübbe, sarık, sakal gibi ‘semboller’ tıpkı Fransa’daki gibi, ‘katı laiklik’ diskuru altında öcüleştirilmişti. Merkez siyasetin güç kaybetmesi, AKP dışında istikrar vaat eden bir parti olmaması ve 2001 krizinden sonra ekonominin toplum nezdinde çok ciddi etkileri olan bir dinamiğe dönüşmesi, 2002’den itibaren yeni bir siyasetin doğuşunu ortaya koydu. Bu, 1980 ve 90’larda büyüyen, yaygınlaşan ekonomik özerkliğin, 2001’de ciddi şekilde toplumsallaştığının ispatıydı. Yani artık Türkiye toplumu da, tıpkı Batılı toplumlar gibi ‘homo economicus’ şeklinde tanımlanabilirdi. Bu sebeple de AKP’nin lokomotifi her zaman ekonomi yönetimi oldu. Ali Babacan, Mehmet Şimşek gibi isimler her dönemde parlatıldı. Batı’dan özellikle Türkiye ekonomisine yönelik ‘övgüler’ ön plana çıkarıldı. Zira Batılı finansörler, Türkiye’ye sıcak para girişini sağlarken, karşılığında ‘güvenilir’ bir ekonomi bekliyordu.

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne yönelişi de öncelikli olarak ekonomik işbirliğinin önünü açtı. Avrupalı şirketler, Türkiye’de yaygın bir pazara kavuştu. Tüketim ekonomisinin öncelenmesi, Batılı şirketlerle partnerlikler ve Ortadoğu’ya açılan bir kapı olarak Türkiye’nin konumu, AKP’nin şansıydı. Ama AB ve ABD’deki ‘açılımcılarla’ yakınlaşma, Türkiye’de de benzeri bir siyasî söylemi hâkim kılacaktı. Hukukun üstünlüğü, özel teşebbüs, insan hakları, dış politikada barış ve diyalog, azınlıklara yönelik açılımlar gibi konular, daha önce hiçbir sağ partide olmadığı kadar AKP’nin gündemindeydi. Bu tavır, yurt dışında olduğu kadar yurt içinde de ‘eleştirel solcuları’, liberalleri ve sağ siyasetin çeşitli aktörlerini AKP’ye çekiyordu.

DANIŞTAY CİNAYETİ’NİN BEKLENMEDİK SONUÇLARI

Bu süreçte, yani 2002-2007 arasında iki önemli hadiseden bahsedilebilir. İlki, 17 Mayıs 2006 tarihindeki Danıştay saldırısıydı. Yeni Akit gazetesinin hedef gösterdiği Danıştay üyeleri, Alparslan Arslan isimli genç bir avukatın silahlı saldırısına uğramışlardı. Arslan’ın ‘Allah’ın askeriyim’ dediği ve ‘Türban kararının cezasını verdim’ ifadesini kullandığı ileri sürüldü. Arslan eğer Danıştay’ın güvenliğinden sorumlu bir polis tarafından yakalanmasa, cebinden Ulusal Kanal kartı ve daha sonra Ergenekon operasyonlarında bağlantıları çıkacak emekli askerlerle ilişkileri bulunmasa, Ertuğrul Özkök’ün dediği gibi mesele ‘Türkiye’nin 11 Eylül’ü’ olarak hafızalara işlenecekti belki de.

Bu olay, Millî Görüş’ün devamı olarak görülen AKP’yi ‘laik cumhuriyetin karşıtı’ bir konumda sabitleme siyasetinin bir parçasıydı. 28 Şubat’ı icra eden ‘ortak akıl’, ‘laik cumhuriyet’ mottosunun tuttuğuna inanıyor, eğer bu yönde bir ‘cephe’ oluşturmak mümkün olursa, AKP’ye ve genel manada Türk sağına karşı ‘ulusalcı-(hafif) sol’ bir alternatif bulunabileceğini düşünüyordu. Nitekim 2002-2007 arasındaki birinci AKP döneminin ikinci en önemli olayı, Cumhurbaşkanlığı seçimleri hususunda AKP’nin adayına ‘mecbur’ kalmamak için icat edilen Cumhuriyet mitingleriydi. Meclis aritmetiği açısından Ahmet Necdet Sezer’in yerine seçilecek Cumhurbaşkanı, AKP’nin işaret edeceği kişi olacaktı. Fakat ‘laik cumhuriyet’ mottosunu siyasî bir zırha dönüştürmek isteyenler, Cumhuriyet mitingleri ile AKP’yi ‘zorlamak’ istiyordu. Bu mitinglerde demokrasiye aykırı bir tutum yoktu. Hatta 28 Şubat’ta Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK) siyasileri zorlayarak elde edilen sonuçlara nazaran, Cumhuriyet mitingleri ile sonuç almaya çalışmak demokratikti. Ancak eski Türkiye siyasetinin en iyi bildiği şey olan ‘cephe kurma’ fikri, her dönemde olduğu gibi toplumsal muhalefeti zehirleyen bir etkiye sahipti. AKP’ye çok çeşitli şekillerde itiraz edilebilecekken, ‘ulusalcı popülizm’ tercih edildi. Fakat dünyanın ‘yeni hâli’, tıpkı Erbakan Hoca gibi 28 Şubat’ta onu istifaya zorlayanların da gündeminde değildi.

‘Cephe siyaseti’ bu arada, Meclis’te de denenecekti. Önce hukukçu Sabih Kanadoğlu çıkıp ‘367’ içtihadı yaptı. Bugüne kadar hiç uygulanmamış bir ‘yorum’, bir anda AKP’yi durdurmak için dolaşıma sokuldu. 2007’de Meclis’te milletvekili dağılımı şöyleydi: AKP 352, CHP 149, ANAP 20, DYP 4, SHP, HYP ve GP 1’er, 13 Bağımsız. İçtihada göre eğer Meclis’te 367 milletvekili oylamaya katılmazsa, seçimler geçersiz sayılabilecekti. AKP dışındaki partiler de, Kanadoğlu’nun bu yorumunu esas alarak ‘muhalefet etmeyi’ düşündüler. Nisan 2007’de bir de Genelkurmay Başkanlığı sitesinde bir ‘e-muhtıra’ yer almış ve AKP’ye uyarı üstüne uyarı gitmişti. Bununla birlikte Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesine rağmen, Anayasa Mahkemesi’ne iptal davası açılması ve AYM’nin de bu yönde karar vereceğine kesin gözüyle bakılması, AKP’ye erken seçime gitme kararı aldırdı. Meclis’ten geçen Cumhurbaşkanını halkın seçmesi kanunu ise, Ahmet Necdet Sezer tarafından ‘rejim tehlikeye girer’ denilerek reddedildi ve 22 Temmuz seçimlerinden sonraki 21 Ekim tarihinde bir de o konuda bir referandum yapılmasına karar verildi.

LAİK CUMHURİYET SAVUNUSU, POPÜLER BİR FİKİR Mİ?

Türk siyasetinde ilk kez, 22 Temmuz 2007 seçimlerinde, bürokrasi ile siyaset arasındaki bu gerilim bir ‘halk oylamasına’ sunulacaktı. Seçimin sonucu, bir anlamda şu sorunun cevaplanmasıydı: 28 Şubat’çıların kaygıları toplumda karşılık buldu mu?

2007’deki bu yoğun hareketlilik ve merkez bürokrasinin (asker ve yüksek yargı) cephe oluşturma çabaları, 2007 seçimleriyle sekteye uğradı. AKP’nin karşısına çıkan ANAP, DYP, CHP koalisyonu, ‘laik cumhuriyet’ temelli ve ulusalcı bir klikle desteklenmiş toplumsal muhalefet kurgulama çabasında başarısız oldu. Zira, ‘korku’ pompalayan bir popülizmden başka ellerinde bir şey yoktu. AKP’nin ekonomi politikaları, başarılıydı. Klasik bir ‘sağ parti’ olarak toplumun önemli bir kesiminin sosyal mobilizasyona katılmasını sağlamıştı. Tek parti iktidarının özgüveniyle bürokraside ‘rahat’ hareket edebiliyordu. Üstelik müttefikleri vardı. 28 Şubat’ın mağduriyetini kullanıyor, Batı’dan aldığı desteği iç siyasette istikrara tahvil edebiliyor, gelecek adına da umut vaat ediyordu. Ancak Danıştay saldırısı, E-muhtıra, Cumhuriyet mitingleri ve AYM’nin Cumhurbaşkanlığı kararı AKP’yi Soğuk Savaş sonrası oluşan küresel liberal demokrasi hareketlerinin network’üne mahkûm etti bir anlamda. AB’de AKP’yi savunan gruplar Liberaller ve Sosyal Demokratlardı, ABD’de Bush yönetimiyle 11 Eylül sonrası için ‘anlaşma’ sağlanmıştı. 2003’teki Irak tezkeresinde Meclis’ten çıkan karar ilişkileri kısmen gerse de, sonrasında ABD’nin Irak operasyonunda Türkiye’nin katkıları olacaktı. 2008’den itibaren Demokrat Obama’yla daha yakın ilişkiler kuruldu.

2002-2007 arasında adam akıllı bir muhalefet üretilememiş olması, Deniz Baykal’ın CHP’yi doğrudan ulusalcı siyasete teslim etmesi, 28 Şubat’çıların ‘partilerüstü’ bir pozisyon yakalayarak AKP’ye karşı ‘laik cumhuriyet’ cephe kurma çabaları, 2007’deki sandıktan çıkan AKP tek parti iktidarını ‘tarihsel’ bir dönüşümün eşiğine koydu. Merkez siyasetin ağırlık merkezi değişmişti ve ‘çevresel’ anlık bir tercih olarak görülen AKP, ayakları daha sağlam yere basan bir siyasî harekete dönüşmüştü.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin