ABD yargısının sanık sandalyesine oturtulan Türkiye

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Reza Zarrab konusu ile ilgili son demeci, Türkiye’de bu konunun inanılmaz derecede yanlış anlaşıldığını bir kez daha gözler önüne serdi. Çok düşündürücüdür bu durum. Ne diyor CHP Genel Başkanı? “Yolsuzluk, hırsızlık, dünyanın hiçbir ülkesinde milli mesele olarak görülemez”. Evet, genel olarak AKP ve MHP tabanları da, CHP tabanı da Reza Zarrab konusuna Türkiye’de yaşanmış olan sıradan bir yolsuzluk skandalı penceresinden bakıyor. Oysa durum böyle mi?

ABD’NİN TÜRKİYE’Yİ ‘DÜZELTME’ DERDİ YOK

Reza Zarrab’ın Zafer Çağlayan, Muammer Güler, Egemen Bağış ve diğer üst düzey politikacılar üzerinden kurduğu rüşvet zinciri elbette önemli bir konudur. Ancak ABD’deki davanın bu yolsuzluklardan ibaret olduğunu sanmak en hafif değimiyle naifliktir. ABD adalet sistemi Türkiye’de pisliğe bulaşmış, rüşvet yemiş, haksız kazanç elde etmiş, görevini kötüye kullanarak kişisel çıkarlarını gözetmiş siyaset sınıfıyla ilgilenmiyor. ABD adalet sistemi, dönemin başbakanının oğluna dek uzanan, kısık sesle baba-oğul arasında gerçekleşmiş ibretlik tapelerle de ilgilenmiyor. ABD adalet sistemi ‘memleketin a…’na koymaktan bahseden yandaş işadamı veya orospuyla memurun bahşişini önden vermek üzerine torununa hayat dersi veren dede ile de ilgilenmiyor. ABD yargısının görevi Türkiye’deki ahlakı rehabilite etmek, sahtekârların sahtekârlıklarını engellemek, suç işlemiş yöneticilerin cezalandırılmasını sağlamak, şahsiyetsizleşmiş siyasetçilerin deşifre edilmesi değil. ABD yargısının görevi, muhalefet liderinin konuyu idrak sorununu çözmek olmadığı gibi, sadece kaynağı şaibeli eve istiflenmiş döviz birikimini oğluna sıfırlatan değil, ülkesinin etik değerlerini de sıfırlatan siyasetçilerin arınma makamı değil. Tüm bunlar eminim Amerikalıların umurunda bile değildir!

Zarrab, bu bakımlardan Türkiye’nin kendi sorunudur. Ancak Amerikalıların ilgilendiği bir şey var, o da Türkiye ve İran arasında gerçekleşen ticaret. İbrahim Kalın, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü sıfatıyla geçen gün Türkiye’nin İran’la bu ilişkilerinin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bilgisi ve onayı ile yapıldığını teyit etti. Bu çok önemli, önemli olduğu kadar da vahimdir. Daha önceki yazılarımda ortaya koyduğum üzere, İran’a nükleer silah geliştirmesin diye uygulanan ambargoyu delmek, hem de bunu – bir suçlunun yapacağı şekilde – örtbas etmeye çalışarak gerçekleştirmek öyle ben istediğimle istediğim ticareti yaparım türünden Kasımpaşa argümanlarıyla geçiştirilebilecek bir mesele değildir. Dahası, İran’a dolaylı olarak nükleer silah programından kullanması için kaynak sağlamak, Türkiye’nin milli çıkarlarına taban tabana ters bir fiildir. Türkiye’nin güvenliğine ciddi bir darbe vurmaktır bu! Yani konunun hem uluslararası, hem de Türkiye’nin güvenliği bakımından iki önemli boyutu var.

İRAN’IN GÜÇLENMESİ, TÜRKİYE’NİN NİYE ZARARINA?

ABD, tıpkı tüm AB üyesi ülkeler gibi İran’ın nükleer silah edinmesini istemiyor. Bunun nedenini anlamamak için sanırım cidden düşük IQ’lu olmak lazım! Rusya’nın da 1929 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararının altında imzası olduğuna göre İran’ın nükleer programından endişe duyuyor. Dünyada İran’ın atom bombası yapmasını isteyen hiçbir devlet yok. Bir tanesi hariç: Türkiye! Kasrı Şirin’den bu yana Türk-İran sınırının değişmemesi ve iki ülkenin savaşmamasının tek nedeni, arada sağlanmış bulunan güç dengesidir. İran nükleer programı, uranyumu sadece enerji üretimi için yetecek seviyede değil, bunun çok üzerinde zenginleştirmeye yönelik bir strateji izliyor. Dahası İran devleti, uzun menzilli balistik füze üretiyor. Bu parçaları birleştirip logosu olan ampulü yakamadığını mı düşüneceğiz AKP’li stratejistlerin? Elbette ki hayır!

Zarrab ve Zencani arasında gerçekleşen ağ, basit bir yolsuzluk ağı değildir! Bu ağ, İran ile Türkiye arasında gerçekleşmiş bulunan ve tümüyle İran’a nükleer programına devam imkânı vermeye yönelik çalışan bir ağdır! Bu ağda İran’ın neden yer aldığını anlamak kolay. Ancak Türkiye neden bu ağda yer aldı? Bunu milli mesele diye satmaya kalkmaları da ayrı bir skandal! Düpedüz ülkesinin milli menfaatlerine ihanet etmiş olan bir hükümet var ortada. Tümüyle kendilerine ekonomik menfaat elde edebilmek adına makamlarını ve mevkilerini kötüye kullanmış olan bir siyaset sınıfıdır bugün afişe olan. Bu, işin Türkiye iç siyasetini ilgilendiren kısmı. Bir de işin ABD başta olmak üzere uluslararası toplumu ilgilendiren kısmı var. Türkiye’ye ihanet ettiği yetmemiş gibi, Ankara’daki siyasi “elit” bir de uluslararası güvenliği riske atmış. Resmen ABD yaptırımlarının da BM Güvenlik Konseyi kararlarının da bilerek-isteyerek altını oymuştur. İşte Kılıçdaroğlu’nun ve Türkiye kamuoyunun anlamadığı ya da anlamak istemediği yalın gerçek budur. Ve bu işin sonu, Türkiye’nin önce ekonomik olarak ciddi zarara uğraması, akabinde de haydut devlet ligine düşürülmesidir.

HALKBANK ÇALIŞANLARI, ‘BİZ DEVLET MEMURUYUZ’ DERSE…

ABD’deki davada yargılanan Halkbank bir kamu bankasıdır. Bu ne demek bilir misiniz? Son kertede, bu bankanın yöneticileri “Ne yapayım, direktifler hükümetten geldi. Devlet bankasıyız, ben de devlet memuruyum. Yap dediler, yapmak durumunda kaldım” dediklerinde – ki diyeceklerdir – bu davanın sanığı Türkiye Cumhuriyeti olacaktır. Fiilen şu anda durum budur zaten. Bakınız, bu işleri çevirenler kendi babalarının şirketini suça batıran bir takım üçkâğıtçı kulağı kesikler değil. Resmi sıfatlarını kullanarak, kendi devletleri adına kararlar alarak bu işleri yapan siyasetçiler. Türkiye’ye mal edilmesin demekle Türkiye bu işin sorumluluğundan sıyrılamaz.

Kılıçdaroğlu’nun “Orada bir yargılama var. Yani rüşvet veren, yolsuzluk yapan, vergi ödememek için her türlü yola başvuran bir adam yargılanıyor” ifadesi, miyopluğun ötesinde, son derece ciddi bir analitik bakış eksikliğini göstermektedir. Murat Yetkin bu durumu kavramış. 24 Kasım tarihli yazısında Atilla’yı kast ederek “Halkbank’ın bir kamu bankası olması nedeniyle, acaba iddia edilen suçlamaları kendi başına mı, hükümet yetkilerinin talimatıyla mı işlediği sorusuna muhatap olabilir” demektedir. Bu iş, bal gibi de Türkiye’nin meselesidir. Sanık sandalyesine Türkiye oturmuş durumdadır. Türkiye’yi ABD yargısının sanık sandalyesine oturtanlar bugün hala ülkeyi yönetiyor. Kılıçdaroğlu gerçek bir muhalefet lideri olsaydı, tüm muhalefet stratejisini bunun üzerine inşa ederdi.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin